YAZARLAR

Çocuklu karantina ve ev kadınlığı kurumu üzerine…

Özetlemeye çalıştığım, aç değil açık değil, evde kalma şansına sahip bir çekirdek ailenin yalnızca tek çocukla imtihanı. Karantinada çocuklu bir gün, yalnızca bir gün, hepsi bu. Oysa çoğu ev kadınının, özellikle muhafazakâr kesimdekilerin, yaşadıkları zorlukları anlatacakları hiçbir mecra, kanal yok.

Son yazıda, evde yaşamanın çok çeşitli hallerini anlatıp sözü bir başına yaşayanlara getirmiş ve ‘tek başına yaşam’ pratikleri konusunda gevezelik ederken, bir yerde, evde tek ya da birden fazla ‘çocukla’ karantinada kalanlara fazladan sabır dilemiştim. Hani şu “Çocuk yapmak istediğinize emin misiniz?” sorusunu soran eşe dosta ukalaca meydan okuyup, sonrasında yıllarını onlara özenerek geçiren insanlar.

Bugün, sabır dilediğim çocukluların karantina deneyimi ve ev kadınlığı adı verilen yaşam formu üzerine bir iki satır…

Böyle bir konuya girerken kendi koşullarım hakkında asgari bilgi vermek durumundayım tabii. Yaşamımıza iki yıl önce giren bir kız çocuğuyla birlikte yaşıyoruz. Ben ‘evden’ çalıştığım için (böylesi ‘işsiz’ demekten daha iyiymiş, öyle salık verdiler!) bütün gün birlikteyiz. Haliyle, yazacak tonlarca hikâye birikiyor. Erkek çocuğu olanlar bilmez, kız çocukları akıllı uslu olduklarından yaramazlığı yok ama eninde sonunda çocuk ve her çocuk kadar/gibi talepkâr. Babasının yaşı konusundaysa doğal olarak ve ne yazık ki hiçbir fikri yok!

Her neyse… Çok değerli eşim, bu minik ev arkadaşımızla aslında en az benim kadar ilgilenmesine, işten geldikten sonra onunla saatler geçirmesine, yemek vs. işleriyle de uğraşmasına rağmen, bakıcılığın havasını ben atıyorum. Çok basit bir gerekçeyle: Erkeğin bebekle bu kadar zaman geçirmesi alışılmadık bir durum olduğundan çevremizdekilerin ilgisini çekiyor ve tabii ‘bir erkek olarak’ fazlasıyla takdir ediliyorum! Bu izlenimi bozmak istemediğim için de kahır çeken ev kadını pozları takınmayı seviyorum.

Şimdi, sonda söyleyeceğimi başa alayım: Bu yaşıma dek, böylesine yorucu bir uğraş olabileceğini hayal dahi etmemiştim. Aman efendim garsonlukmuş, akademisyenlikmiş, tez yazmakmış, ders vermekmiş, kâğıt okumakmış, YÖK’le uğraşmakmış, ekseriyeti ‘tırşik’ üniversite idarecilerinin kaprisini çekmekmiş… Hepsi palavra güzel kardeşim, hepsi palavra. Bunların hiçbiri çocuk bakımının yanından geçemez.

Önce, çocukla karantina günleri…

Konumuz karantinaydı değil mi? Evet, yetişkinlerin şu ya da bu biçimde -tabii hali vakti yerinde olanların- savuşturabileceği zorunlu/gerekli bir eve kapanma durumu. Peki ya iki yaşında biriyle birlikteyseniz gün boyu? Ve olağan dönemlerden farklı olarak, dışarı, gezip dolaşmaya çıkaramıyorsanız, sosyalleşemiyorsa, yalnızca sizi görüyorsa, muhtemelen yadırgıyor ancak henüz bunu dillendiremiyorsa?

Hınnn hınnn hınnn…

Adam iyice delirdi diye düşünüyorsunuz tabii! Hayır delirmedim. Bu ses, sabah saatlerinde çöp kamyonu geldi, demek. Uyandıktan bir süre sonra. Uyandıktan?! Siz kendi isteğinizle, canınızın istediği saatte uyanıyorsunuz değil mi? Oysa evde çocuk varsa, o ne zaman isterse o saatte kalkıyorsunuz ve uyanır uyanmaz ne isteyeceği tümüyle onun hayal gücüne kalmış. Bu, su olabileceği gibi, bir kamyon, anneanne, hala ya da lahmacun olabilir. Malum, sınırlı sayıda sözcük bildiği için o esnada aklına hangisi gelirse! Peki, size ne çöp kamyonundan? Bize ne, olur mu hiç! Haftada dört gün, sabah gelen çöp kamyonunu karşılamak için kucağınıza alacaksınız, ayakta on dakika kadar bekleyeceksiniz, belediye çalışanı arkadaşlarla birbirlerine el sallayacaklar, şoför selektör yapacak ve vedalaşacaksınız. Hınnnn hınnnnn hınnnn…

Ardından, yaklaşık on saat sürecek bir hareket başlıyor evin içinde. Hiç tükenmeyen bir enerji kaynağıyla. Hiç ama. Ev zaten küçük. Islak zemin kalebodur. İşimle evin salonu arası bir buçuk-iki metre. İstanbul’da büyük avantaj! Çocuk bütün gün salonda. Çöp arabasını uğurladıktan sonra sıra kahvaltıda. Ya o gün kahvaltı yapmayı istemezse? Bir hekimin dediğine göre… diğer hekimin muhalif görüşüne göre… sonuncu hekimin yeni önerisine göre… bilmem kimin yazdığı kitaba göre… o bilmem kimin kitabındaki görüşü eleştiren diğerinin daha makul görünen görüşüne göre… Kahvaltı yapmak istemeyen çocuğa nasıl davranmalı? Neyse ki en kolayı ve makulü, genellikle anadan babadan kalma yol: Acıkınca yer! Saat 10 oldu artık.

Karga karga gaaak demiş, çık şu dala bak demiiiiş, çıkmış bakmış o dalaaaa…

Eh arada şarkı söyleyeceksiniz, çocuk bu, durup dururken şarkı istiyor. İşin matrak yanı siz de şevkle okuyor, sonunda alkışlamazsa bozuluyorsunuz. Beğenmedi herhalde… “Gak dedi” kısmında detone mi oldum ki!

Saat 11.00. Bu arada biraz telefona bakıp ekrandan üç beş haber okumaya çalışıyoruz ve tabii telefon dikkatini çekiyor. Hekim dedi ki… hekim şu yaşa kadar… hekim şu mesafeden… hekim kesinlikle o ekran ışığına… hekim… Zaten haberleri okusanız ne olur, üçüncü dünya savaşı çıksa, önceliğiniz bezinin değişmesi!

Öğlene doğru, evlerinden çıkamayan büyüklerimizle, sevdiklerimizle görüntülü görüşme saati. Neyse ki şu teknoloji var hakikaten. Sohbet başlıyor, o, konuşmalar esnasında yerinde oturmadığı için salonda peşinden yürünüyor, bir şeyler söylemesi talep ediliyor, canı isterse söylüyor, istemezse söylemiyor! Öğle saati yaklaşıyor. Yemeği var mı bugün? Allahtan dün akşamdan hazır. Isıtmak yeterli olacak. İyi hoş da yemek saatine dek bu çocuk hiç hava almayacak mı? Hadi giydirip arkada bahçeye çıkalım, hiç olmazsa otoparkta ve yanındaki küçük çimenlik alanda biraz yürüyüp temiz hava alsın. Bir çocuk için ne feci bir durum evde kalmak.

Mini mini bir kuş konmuştu… peeeencereme konmuştu… aldım onu içeriye, cik cik cik ötsün diye…

Araçların arasında biraz yürüdük. Eve geldik. Her şeyimizi çıkarıp balkona koyduk ve ellerimizi sabunlu sıcak suyla yıkadık. Artık yemeğe hazırız. Magkarnaaaa, magkarnaaaaaa, magkarnaaaaa…. Yahu kabak yemeği var, makarna nereden çıktı şimdi! Neyse, güç de olsa ikna oldu da yedi. Suyunu da içti. Saat kaç? 14.00. Hadi uyku zamanı. Müzik açılıyor, omuzda uykuya dalıyor. İnanılmaz bir heyecanın başlangıç anı. Bir saat uyursa eyvah, iki saat uyursa şahane!

Uyurken, önce evi toplamalı. Ardından bulaşık. En geç iki saat sonra yeniden dağılacak zaten. Annesinin şu aralar sık andığı Sisifos gibi, her gün ve saat, kur, bozulsun, yine kur, yine bozulsun. Ev toplamak ne demek? Hayır, tek başına yaşayanların tahayyül edemeyeceği bir dağınıklıktan söz ediyorum. Çocuk hayal gücü neyle karşılaştırılabilir ki! Bütün resimli kitaplar yerde yan yana, kitabın üzerinde yastık, yastığın üzerinde su matarası, yanında eline geçirdiği anahtarlar, onun yanında futbol topu, ortalarında çeşitli bebekler, bir iki çorap, kalem, bardak, yastıkların arasında bir üçlü priz, çay süzgeci ve tahta kaşıklar… Bunların hepsi aynı yere dizilmiş. Mantığını sormayın, biz de bilmiyoruz!

Bir buçuk saat uyudu yalnızca. Ortalığı topla, bir şeyler atıştır derken, elinize kitap alacak, başka bir şey yapacak zaman kalmadı. Bitirilmesi gereken yazı, iş güç? Dur bakalım!

Uyanınca ikindi meyvesi. Onu atıştırırken resimli kitap okuma seansı. Çoğu ses de çıkaran kitapların her biri, aynı ciddiyetle bir dakikada okunup (okumak ile ne kastettiğim açık herhalde!) yenisi isteniyor. Mutlaka biri eşlik edecek okuma seansına, yok öyle tek başına etkinlik. Çünkü kendi kendine okursa kitaplarını, sizin nefes alma şansınız olur ki bu ince düşünce iki yaşında bir çocuğun fıtratına uygun değil! O, bütün gününü sizin bir an olsun oturamamanız ve dinlenme şansı bulamamanız üzerine programlamış halde.

Huuuuu komşu komşuuu, oğlun geldi mi? Geldiiii. Ne getirdiii? İncik boncuuuk. Kimi kime? Sana banaaa. Başka kime? Kara kediyeeee…

Artık akşam olmak üzere. Bir ara uzanıyorsunuz dinlenmek için. Yapılır mı hiç böyle bir şey, hemen çağırıyor, çok ama çok önemli bir iş için: Elinizden tutup salonda dört dönmek. Öylece dolaşıyorsunuz, dolap beygiri gibi. Bir de ikinci ihtimal var, o daha dinlendirici. Siz uzanıyorsunuz ve eline geçirdiği her şeyi üzerinize dizerek onları uyutmaya başlıyor. Bir tava, tv kumandası, bol resimli kitap ve oyuncak ayı, üzerinizde…

Aydedeeeee aydedeeeee güzel aydedeeeee, sen ne güzelsiiiiin gökyüzündeeeeee…

Akşam yemeği… Hadi bu kez nazlanmadı, dişini sardı tabii. Sarmadı mı? O an aklına gelen ilk gıda maddesi, varsayalım mantı. Uzun uzun mantı tiradı dinlemeyi dert etmemeyi öğrenmeli. Saat 21.00 civarı. Oyuncaklar toplanıyor birlikte ve anneyle uyumaya…

Hınnnn hınnnn hın hııınnn… Hayır kızım, o bizim hın hınımız değil, yan mahalleden geliyor ses, hem bu saatte çöp kamyonu mu olurmuş! Neyse, ikna oldu.

Vallahi iyiyiz yine, hadi bakalım artık günün kalanı bizim! Yazı mı yazarız, kitap mı okuruz, sohbet mi ederiz, Netflix mi seyrederiz… Önümüzde her şey için uzuuun bir gece var! Eğer uyanmazsa…

Gelelim başlıktaki ev kadınlığı konusuna.

Kadın olmak başlı başına bir macera bu memlekette ve hayli külfetli malum. Kadınların ‘asli’ görevi kabul edilen çocuk büyütmek, olağanüstü güzelliklerinin ve bir insanın büyümesine tanık olmanın büyüleyiciliği bir yana, çok ağır işçilik. Çalışan kadınların, akşam eve geldiklerinde, kalan ev işleri için de koşuşturması, apayrı bir zorluk. Evde karantina koşullarında, diğer sorunlar yetmezmiş gibi en feci olanla yüz yüze, şiddet gören ve soluğu iyice kesilen kadınların varlığı… Her biri ayrı mevzu.

Bir de yalnızca bu olağanüstü günlerde değil, her zaman ‘evde kalanlar,’ ev kadınları konusu var. Sırf ev dışında bir işi olmadığı için ‘çalışmadığı’ varsayılan, emeğinin karşılığını göremeyen, çabalarının kıymeti bilinmeyen ev kadınları. Çocuk büyütenleri. Bir çocuk, iki, üç, dört…

Yukarıda özetlemeye çalıştığım, aç değil açık değil, evde kalma şansına sahip bir çekirdek ailenin yalnızca tek çocukla imtihanı. Karantinada çocuklu bir gün, yalnızca bir gün, hepsi bu. Oysa çoğu ev kadınının, özellikle muhafazakâr kesimdekilerin, yaşadıkları zorlukları anlatacakları hiçbir mecra, kanal yok. Aynı kaderi paylaşan akraba ve konu komşuları dışında. Akıl almaz ağırlıkta, son derece yorucu ve yıpratıcı bir hayatı yaşarken, çalışmıyor muamelesi görüyor olmak insanı çileden çıkaran bir durum olmalı.

Elbette tahmin ediyordum yaşadıkları zorlukları, ancak üç küsur yılını evde geçiren ve ev kadınlarının yaşadığı zorlukların binde birini tecrübe etmemiş biri olarak artık tahminden öte, çok iyi anlıyorum. Yinelemekte sakınca yok: Bu yaşıma dek, böyle ağır, yorucu ve sona ermeyen bir iş, bir yaşam tarzı olabileceğini düşünmemiştim.

Diyeceğim, genellikle olduğu gibi kendisini ve işini gereğinden çok önemseyen bir erkek gelir de karşınıza, ev kadınlarının yaptığı işi küçük görmeye kalkıp münasebetsiz laflar ederse, ağzının payını verin lütfen. Vazgeçmedi mi zırvalamaktan? Bir daha verin o zaman!

Ev kadınları, konu üzerine kafa yorma gereği duymamış erkek milletinin tahayyül edemeyeceği bir yükün altında, ismi anılmayan kahramanlar olarak her sabah yeniden başlayan bir büyük savaş veriyor ve ortalama bir erkekten farklı olarak, bunu hiç büyütmüyorlar. Hayret doğrusu.

Emekçilerin ve özellikle ev kadınlarının, ev işçilerinin 1 Mayıs’ı kutlu olsun.


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.