YAZARLAR

Var olan dünyanın yokluğu

Bakışını kaçıran dünya, belki de bazılarımıza bakışını kaçıran anneyi çağrıştırıyor ve işte salgının travmatik boyutlarından bir tanesi evlere bu şekilde düşüyor. Bakışamadığımız, şefkatini bizden esirgeyen dünya, erken dönem travmalarımıza bizi fırlatabiliyor.

Vakti zamanında “Annenin -Ev Hali” başlıklı bir yazı yazmıştım. Orada bebeğin ilk evreninin annesinin bedeni olduğundan ve bu ilk mekân olan anne bedeninin, daha sonra diğer tüm mekânlarla kurulacak ilişkilerin de temelini oluşturduğundan bahsetmiştim. Kuşkusuz bu mekânlardan en önemlisi dünyadır. Dünyadan söz ederken Gaston Bachelard’ın, Mekânın Poetikası’nda dile getirdiği gibi dünyadaki köşemiz, ilk evrenimiz, gerçek bir kozmos olan evlerden bahsetmeden geçemeyiz.

O yazımda da belirttiğim gibi ne zaman evlerden konuşsak, bilinçdışında anneyle kurulan ilişkiye de bir atıfta bulunduğumuzu düşünürüm. O halde dünyadan söz ettiğimizde de dünyanın kapsayıcı, bir arada tutan, besleyen makro rahim işlevini de es geçemeyiz. Rahim bebeğin tüm ihtiyaçlarını karşılayan ve onu tüm ihtiyaçlarıyla kapsayan bir kudrete sahiptir. Sonra bebek dünyaya gelir ve annesinin (ilk bakıcısının) bakışlarıyla tanışır. Bir bebek için annesiyle bakışmak, onun bakışlarında kendisine yer bulabilmek hayati bir öneme sahiptir. Çocuk varlığını o bakışlar eşliğinde duyumsar, şekillendirir. Eğer işler younda giderse anne önce bakışlarıyla sonra sözleriyle ve davranışlarıyla aynalar bebeğini. Bebeklik dönemindeki bir çocuğun en önemli görevi ebeveynlerinin veya bakıcısının tepkileri aracılığıyla var oluşunu dış dünyaya onaylatmaktır. Bir bebek bunu yaparak yaşamaya değer bir varlık olduğuna işaret eden bir kendilik algısı geliştirir.

Çocuğun annesinin varlığına duyduğu güven, dünyaya da güven duymasını sağlar. Annenin bakışından mahrum kalmak ise temel güven algımızı zedeleyip zeminsiz hissetmeye yol açacağından gerçeklik algısının bozulmasına kadar götürebilir bizi. O bakışa tutunamamak, ölü, donuk bakışlarla karşılaşmak yani “var olan annenin yokluğu”, güvenliğimizi, varoluşumuzu son derece sarsacaktır. Anneyle ruhsal ve fiziksel olarak bakışamamak, onunla temas kuramamak erken dönem patolojilerin gelişmesini sağlayabilir. Göz var ama görmüyor, epey dehşet verici…

Her birimiz zorluklarla baş etmeyi ya da edememeyi, hayatta kendimizi ve ötekini nasıl konumlandıracağımızı, dünyaya yerleşip yerleşemeyeceğimizi, kendimizle kalıp kalamayacağımızı ilk önce annemizle (ilk bakıcıyla) kurduğumuz o biricik ilişkiden öğreniriz. İlk evren olan anneyle kurulan ilişkinin niteliği dünyayla kurduğumuz ilişkiyi de belirler.

Erhan Cihangiroğlu.

Malum sebeplerle bir süredir dış dünyayla etkileşimimizin azalmasını zihnimde dünyayla bakışamamak olarak resmediyorum. Seyahat edemiyoruz, doğada pek olamıyoruz, birbirimizden ürküyoruz. Dünya gözlerini kaçırıyormuş, insanlara kucak açmıyormuş gibi… Tahrip edilen memesinden besin alamıyoruz da cepten yiyormuşuz gibi… Doğa kaynaklı felaketlerin belki tümü için dünyayla bakışamama metaforunu düşünebiliriz. Örneğin evlerimizdeyken bir gece büyük bir deprem oluyor, hiç beklemediğimiz bir anda “tabiat ana” bizi sarsıyor. Biz sarsıldıkça hem evlerimize hem de dünyaya duyduğumuz güven de sarsılıyor. Tabiat ana bize şefkatli davranmıyor. Bizi koruyup kollamıyor, kapsamıyor, bizi hırpalıyor hissine kapılıyoruz. Bu durum herkes için travmatik bir etki yaratmazken bazıları için büyük bir yarılma oluşturabiliyor. Daha doğrusu var olan bir yarığı, geçmiş bir travmayı tetikleyip tekrar gündeme taşıyor. Dolayısıyla yaşanan herhangi bir dış gerçeklikle baş etme kapasitemiz iç gerçekliğimizin nasıl kurulduğundan geçiyor.

Sigmund Freud’un Friedrich Wilhelm Joseph Schelling’den faydalanarak ortaya koyduğu heimlich/unheimlich kavramları, her ne kadar İngilizce’ye canny/uncanny olarak çevrilip, Türkçe’ye tekin/tekinsiz diye aktarılmış olsa da Almanca’daki heim sözcüğünün Türkçe’deki karşılığı ‘yuva veya yurttur’ ve dolayısıyla heimlich ‘yuva/yurda özgü olan’, aşina olunan ve hatta mahrem anlamlarını içerir. Böylelikle olumsuzluk ön ekiyle unheimlich ‘yuva/yurda ait olmayan’ anlamına gelir. Bu bağlamda yaşanılan salgını epey tekinsiz ve yuvaya ait olmayan bir şey olarak nitelendirebiliriz. Ancak yuvamızda olduğumuzda da tekinsiz birçok duygu, anı, travmayla başetmeye çalışıyor olabiliriz.

Evlerde olduğumuz şu dönemde bu kimileri için çok keyifli, üretken, bir gelişme ve genişleme alanı olarak geçiyorsa da kimimiz için işler öyle yürümüyor. Değil kitap okumak, film izlemek, spor yapmak kişi kendisini beslemekte, bakım göstermekte bile zorlanıyor. Bakışını kaçıran dünya, belki de bazılarımıza bakışını kaçıran anneyi çağrıştırıyor ve işte salgının travmatik boyutlarından bir tanesi evlere bu şekilde düşüyor. Bakışamadığımız, şefkatini bizden esirgeyen dünya, erken dönem travmalarımıza bizi fırlatabiliyor. Zorunlu olarak dış dünyanın sesinin kısılması ve dolayısıyla kısmen de olsa dünyadan elini eteğini çekmek, geçmişte kendisinden elini eteğini çeken önemli ötekileri hatırlatabilir kişiye. Hele ki o önemli ötekilerle bilinçdışı bir özdeşleşme de kurulduysa kişi kendisinden de elini eteğini çekip, şefkatini esirgeyecek ve dolayısıyla hiçbir şey yapamayacak halde olacak, kendisini büyük bir yalnızlığın ve çaresizliğin içinde bulacaktır. O yüzden kişi kendine döndüğünde içerisini pek güllük gülistanlık değil de korku dolu bulup şalteri kapatma arzusu duyabilir. Epey anlaşılır, insani ve kollanması gereken bir durum bu. Eğer böyle bir hal varsa yardım talep etmek gibi bir seçenek de var. Belki kendinizden, belki eşinizden dostunuzdan, güvendiğiniz birinden ya da ve hatta mutlaka bir psikoterapist/psikanalistten…

Tam burada büyük bir parantez açayım; anne, ev ve dünyayı paralel bir şekilde düşünmüşken Louise Bourgeois’u anmadan geçmek istemem. Aşağıda gördüğünüz resim, Bourgeois’nın 1945–1947 yılları arasında yarattığı Femme Maison [Kadın Ev] serisinden. Bourgeois’in sanatının temel izleğinde, 1951 yılında babasının ölümüyle başladığı ve 35 yıl süren psikanaliz seanslarında yeniden kurguladığı benlik ve kadınlık olgusu yer alır. Femme Maison [Kadın Ev] serisi ise, sanatçının 1940’lı yıllarda Fransa’dan New York’a taşındığı sürece tanıklık eder. Femme Maison, çıplak kadın bedeni ve başının çok katlı bir ev ile örtüldüğü bir tasvir serisidir. Bourgeois’nın eserlerinde sık kullandığı ev ve beden motifleri, ona kişisel ve kolektif hafızasının yeniden kurgulanması için bir imkân sağlar. Femme Maison serisindeki ev, onun Fransa ve sonraki Amerika yıllarında ‘ev’ ve ‘aile’ ile olan ilişkisini sembolize eder. 1940’lı yıllarda Bourgeois, Amerika’da yaşamaya başlamış ve üç çocuk yetiştirmiştir. Bu seri, anne / eş / ev kadını rollerini dengelemeye çalışırken kadının kendine ‘ev’ mekânı dışında kurabileceği bir bireyselliğin ve kadın kimlik kurgusunun sınırlılıklarına vurgu yapar. Bu yıllarda artık onun için ‘ev’, hem bir yuva/sığınak hem de bir kafes hâline dönüşmüştür. Bourgeois’nın evi bir anlamda Freud’un heimlich kavramıyla tam da ortaya koymak istediği anlam karşıtlığını simgeler. Ev, annenin koruması ve bakımıyla özdeşleştiği için tanıdık ve güvenilir olandır, bu anlamda bir sığınaktır. Bourgeois’nın kişisel hafızası bağlamında ise ev onun için çocukluk yıllarına ait travma ve çatışmaları da sembolize eder, bu nedenle Bourgeois’nın bastırmaya çalıştığı bu dürtülerin kendini yine ev aracılığıyla açığa vurduğu söylenebilir.

Louise Bourgeois... Femme Maison (Kadın Ev) serisinden...

Ez cümle, ev travmalarımızın da çoğu zaman merkez üssüdür ve nefes almayı epey güçleştirebilir.

Bazılarımız içinse içinden geçtiğimiz şu günlerde dünyayla bakışılan diğer geçmiş zamanlar hatırlanıp, onun güvenilir bir nesne olarak içselleştirilmiş olması dünyanın bu halinin geçici olduğunun unutulmamasını sağlar ve dünyaya duyduğumuz güven sayesinde de daha umutlu olabiliriz. Çünkü evet, her şey geçici. Burada yine Bachelard’ın şu muhteşem satırlarını hatırlatayım; "Kuş yuvasını seyre daldığımızda, kendimizi dünyaya duyulan güvenin içinde buluruz, bir güvenin başladığını hissederiz, kozmik güven bizi çağırır. Kuşun içinde, dünyaya güven duyma içgüdüsü olmasaydı, yuva yapar mıydı hiç?”

Yaşamın bir amacı varsa o da ona anlam katmaktır. Bu anlam bazen travmadan çıkar, bazen çeşitli zorluklardan, bazen saadetten… Bazen anlam değişir, bazen asılı kalır bir yerlerde,bazen de kaybolur… Anlam budalası olmaya, ölçüyü kaçırmaya da gerek yok, görebilmek yeterlidir. Unutmamak gerekir ki onun nereden geldiğinden ziyade nereye evrileceğidir önemli olan.

Dünyayla bakışımızın kesintiye uğraması kendimize olan bakışımızı da körleştirip, buğulaştırabilir, kendimizi büyük bir boşluğa bırakılmış gibi hissedebiliriz. Var olan dünyanın yokluğu daha doğrusu erişilmezliği, bizi var olan annenin yokluğuna kadar götürebilir. Bunu fark etmek belki de kişisel tarihimizde çok kıymetli bir dönüm noktasına işaret ediyordur, belki de bunu fark etmenin sırası tam da şimdidir.


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.