YAZARLAR

Yol ayrımı

Dünyanın her yerindeki baskıcı yönetimler salgını kendileri için yeni bir gerekçeye dönüştürürken demokrasiye inananlar ise daha özgür, daha katılımcı, daha paylaşımcı bir dünya talep edecekler. Bu kadim kavga ‘Korona sonrası’ dönemin temel çelişkisi olacak gibi görünüyor

Şimdi hepimiz farkındayız ki, yaşadığımız şey insanlık tarihinin uzun süredir görmediği büyüklükte bir felaket. Eğer hesaplanmadık gelişmeler olmazsa, biliyoruz ki bu işin bir sonu var. Yetkililerin ha bire söylediği gibi ‘iki hafta sonra’ değil ama bir bir buçuk yıl sonra normale dönmeye başlayacak hayat tabii ki eskisinden farklı bir kıvam alacak. Şimdi herkes bir yandan bu salgından sağ çıkmaya diğer yandan da ‘Korona sonrası’ dünyanın nasıl bir yer olacağını hesaplamaya çalışıyor.

Ev, iş, teknoloji, devlet, birey gibi birçok kavram yeniden tanımlanacak ve ilişkiler yeniden kurgulanacak. İşte bu sırada kadim mücadeleler kendini gösterecek. İşverenler evden çalışmayı kazançlı bir uygulamaya dönüştürüp sürekli hale getirmenin yollarını ararken, çalışanlar da bu işten avantajlı çıkmak için çabalayacak. Ya da mesela ulus devletin sınırlarını sımsıkı korumak isteyen milliyetçilerle, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri gibi tam tersini düşünenler arasındaki rekabet kızışacak. “Büyük güçler arasındaki ilişki hiç bu kadar işlevsiz olmamıştı. Covid-19 kesin biçimde gösterdi ki ya birleşiriz… ya kaybederiz” diyen genel sekreter Antonio Guterre’e hak verip uluslararası camia 2. Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi bir barış ve dayanışma ortamı arayacak mı? belirsiz…

Nihayetinde Korona insanlığın önüne iki seçenek sunacak. Daha fazla demokrasi ve dayanışma mı yoksa daha güçlü ve baskıcı yönetimlerle içe kapanma mı? Yani demokrasi ile otoriterliğin son on yılda yükselen mücadelesi, Korona ile birlikte nihai bir aşamaya gelecek gibi görünüyor. Ülkeler bir kez daha Acemoğlu’nun ‘dar koridoru’na girecek ve bu kez uzun bir kanala dönüşecek bu koridorda epeyce seyahat edeceğiz. Bu seyahati bırakın sakin sulara ulaşmak, karaya oturmadan sürdürebilenler bile kendini şanslı sayacak. Çünkü durumdan istifade etmek isteyen baskıcı yönetimler, toplum güvenliği ve terör gibi yıllardır tepe tepe kullandıkları başlıklara toplum sağlını da şevkle ekleyecek. Bildik kontrol mekanizmalarının kapsamı genişletilecek. Geçen haftalarda Habertürk’teki röportajında Gündüz Vassaf’ın da dile getirdiği gibi “vücudumuzun bilgilerinin bizim kontrolümüzden çıkması, hastalığın bir tür terörist faaliyet olarak görülmeye başlaması” gayet mümkün. Hastalıkların kontrolü ve engellenmesi her tür sert tedbirin gerekçesi halini alırken yeni bir ayrımcılık da meşruiyet kazanacak. Hümanist ilkeler bir yana bırakılıp, sağlıksız bireyler uzak durulması, hatta ayıklanması gereken kişilere dönüşebilecek. Yani en karanlık distopyalar neredeyse gerçek olacak. Telefon firmalarının birleşip bizi koronalılardan uzak tutacak bir uygulama üstünde çalıştıkları şu günlerde bu ihtimaller üstünde durmanın karamsarlıkla uzaktan yakından ilgisi yok.

Oysa tam da dayanışmadan ve demokrasiden söz etmenin, küreselleşmeyi mümkün olan tüm olumlu çağrışımları ve anlamlarıyla benimsemenin zamanı. İnsanlık aşikar bir şekilde tekrar gördü ki, türümüzü savunmak için kendi uydurduğumuz bir takım ayrımları bir yana bırakmalıyız. Korona virüsü ne sınırlara, ne sınıfsal, cinsel, toplumsal, ırksal ve dinsel ayrımlara ne de zengin yoksul farkına baktı… Toplumsal kaynakların daha iyi paylaştırılması gerektiğini, sağlık hizmetinin herkes için gerekli olduğunu, devletin zor zamanlarda tüm vatandaşlarını ayrımsız koruyup kollamakla yükümlü olduğunu, sadece sermayenin değil bilginin de özgürce dolaşabilmesi gerektiğini… yani hümanist ve özgürlükçü düşüncenin yüzyıllar boyu söyleyip durduğu her şeyin bir kez daha çok sağlam biçimde gündeme geldiğini görmeyen kalmadı. Hatta salgının bu boyutlarda yaşanmasında yıllardır sosyal hakları ve uygulamaları aşındıran sağ politikaların etkili olduğu da anlaşıldı. İşte bu nedenle farklılıkların ötesine geçip insanlık için ortak bir gelecek tahayyülünü canlandırmanın gerekliliği bir kez daha ortaya çıktı. Bu ortak geleceği de Zizek’in dediği gibi komünizm ile kurmayacaksak, ki bu hiç de makul bir öneri gibi görünmüyor, hepimiz bir kez daha ve sımsıkı demokrasinin ipine sarılmak durumundayız. ‘Korona sonrası’ dönemde demokrasi ve otokrasi arasındaki kadim çatışmanın güçlü biçimde tekrar ortaya çıkacağını söylemek artık bir kehanet sayılmaz.

Dünyanın her yerindeki baskıcı yönetimler ve demokrasi düşmanı destekçileri salgını kendi düzenlerini güçlendirerek devam ettirmek için bir gerekçeye dönüştürürken, bir süredir etkisi gittikçe azalan demokrasiye inanan kesimler de ister istemez sesini yükseltecek, tüm dünya halkları için daha özgür, daha katılımcı daha demokratik bir dünya talep edecekler. Bu bir büyük çatışmaya mı dönüşecek, yoksa dar koridorda ideal toplumun bileşimine mi yol açacak, işte onu şimdiden görüp de söylemek gerçekten zor.