YAZARLAR

Umursanmayanlar

Türkiye kapitalizmi, mevcut durumda, Avrupa kapitalizminin on dokuzuncu yüzyıl başlarındaki koşullarına, yani köylülerin ve zanaatkârların artan bir hızla üretim araçlarından ve dolayısıyla sosyal statülerinden koparıldığı döneme benzer bir durum içerisinde bugün. İşinden olan işçi, dükkânı kapanan esnaf, tıpkı Avrupa’nın ilk kapitalist fabrikalarında işe başlamış kalabalıkların ortak çıkarları olduğunu keşfetmesine benzer bir süreci yaşayabilecek koşullardalar.

Cuma akşamı ilan edilen sokağa çıkma yasağı ve sonrasındaki görüntüler İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yu istifa noktasına getirecek kadar önemliydi. Bir yönetememe skandalıydı. Ve haklı olarak bu skandalın AKP iktidarını yıpratacağı düşünüldü. İktidar ise, beklenenin aksine, ilk andaki bocalamanın ardından kamuoyuna yapılan açıklamalarda hatayı kabul eden ve sorumluluğu üzerine alan bir görüntü verdi. İçişleri Bakanı Soylu, istifa öncesi ilk açıklamasında “bütün eleştiri ve hakaretleri kabul ettiğini” belirterek, "Bir buçuk-iki saatlik bir süreçte bazı kısıtlı bölgelerde bir yığılma oldu. Doğrudur. Ben bunu öngöremedim” dedi. Benzer şekilde, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da "Cuma günü kargaşa oldu. Gerekli tedbirler mutlaka alınacak, bunlar zamanlı şekilde açıklanacak" dedi. Ve nihayet dün akşam geç saatlerde Soylu’nun istifa haberi geldi.

Kamusal alanda belirtilen resmi görüş, açığa vurulan tavır bu olsa da gerçekte samimi düşünceyi, “O krakerlerden, çikolatalardan almasanız ölür müsünüz? Ekmeği bayat yeseniz ne olur? Bizim ülkemizi rezil etmeye hakkınız yok. Sonra da ‘siyasi iktidar suçlu. Aç gözünüzü doyurun” diyen Beyaz TV’deki adam dile getirdi. Sabah gazetesi yazarları Mehmet Barlas ve Engin Ardıç da “zekâ özürlüler” ve “ayılar” diyerek bu samimiyeti en derinden dile getirdiler.

Belli etmemeye çalışsalar da iktidarın ve muhiplerinin gerçek düşüncesi budur. Nitekim, İçişleri Bakanı Soylu, “Bunu öngöremedim” dediği ilk açıklamasının devamında, “Ama yine de o saatteki bu çok sınırlı birikmenin büyük bir problem oluşturacağını düşünmüyorum" cümlesini ekleyiverdi. İstifa açıklamasında da, sürecin aslında başından beri “mükemmel yürütüldüğü” vurgusunu yaparak “hayatının sonuna kadar sadık kalacağı”nı söylediği Sayın Cumhurbaşkanını konunun dışında tuttu ve “kendisini bağışlamasını” istedi. 

Durum net. İktidar, bu uygulamasında da kendiyle ilgili bir sorun olduğunu kabul etmiyor. Bu da demek oluyor ki, nasıl ki iş, ücret ve geçim derdini devlet güvencesi altına alıp etkin bir karantina uygulamak yerine “mecbur olmayan evde kalsın” diyerek veya işten çıkarma yasağı adı altında ücretsiz izin için kanun teklifi yaparak, ya da kamusal harcamalardan imtina edip bağış ve yardım kampanyasıyla “masrafınızı kendi cebinizden ödeyin” diyerek, ekonomik ve politik başarısızlıkların sorumluluğunu toplumun omuzlarına yıktıysa, bu da öyle halledilecek; bu “skandal” da “aç gözlü orta sınıf” veya “cahil kalabalık” suçlaması eşliğinde Bakan’ın iş bilmezliği olarak, itirazsız, kayıtlara geçecek.

AKP’nin başarısı, umursamadıkları insanların üzerinde uzun süreli bir etki yaratmış olmasıdır. Sokağa çıkma ilanındaki yönetim krizi de bu etkiyi bozacak gibi görünmüyor. Zaten asıl merak edilmesi gereken de bu. Nasıl oldu da bugüne kadarki başarısızlıkları, güçlerine ve iktidarlarına duydukları güveni hiç sarsmadan tamir edilebildi? Ve üstelik aynı günlerde kalabalıkların “güzel gelecek” umudunu yitirmiş olmasına, topluma büyük bir karamsarlık çökmüş olmasına rağmen bu nasıl böyle olabildi?

Elbette yerel ve küresel koşullarla ilgili ikna edici açıklamaları vardır bunun. Ama galiba önemli bir sebep, Türkiye toplumunun, daha da somut olarak muhalefet bloğu denen öznenin bizdeki koşullarıdır.

Çünkü büyük değişimler için her şeyden önce toplumda sürekli bir amaç ve eylem ortaklığı, kalıcı bir dayanışma ruhu gerekir. Oysa bilindiği üzere, bizde deprem ve terör saldırıları ya da bugünkü salgın gibi istisnai zamanlarda toplumumuzun farklı kesimleri arasında bir koalisyon kurulur gibi olsa da bunlar, özü itibarıyla, amaca özel, kısa süreli, geçici ittifaklar olabiliyor. Zira rutinde anlaşamadığı zümrenin fikrine ya da var olma hakkına duyulan saygıyla bir arada durma hali değil bu. Geçici dayanışma ruhunun ortaya çıkardığı tablo daha ziyade bir tahammül tablosu oluyor; birleşmiş olmaktan ziyade koşullar tarafından ite kaka bitiştirilmiş, birbirlerine ilgisiz bir yan yanalık hali sunuyor. Bu sebeple, vadesini doldurmadan her an parçalanma eğilimi de taşıyorlar ve nitekim bugüne dek hep parçalandılar da zaten.

Bu parçalanma sadece kutuplaştırıcı siyasal atmosferin ve onun geliştirdiği yaşam biçiminin her türlü insani dayanışmayı değersizleştirmeyi ve karalamayı mümkün kılan tuzaklarından ötürü olmuyor. İttifakın ve ortaklığın kendi varoluş koşullarının sürekli bir amaç ve eylem ortaklığına dönüşme olasılığının asgari düzeyde oluşundan da kaynaklanıyor. Dediğimiz gibi, istisnai zamanların koalisyonu bunlar; varoluş koşulları ortadan kalktığında kendiliğinden sona eriyor. Sürekli bir amaç ve eylem ortaklığına dönüşmeyen bu kısa süreli ve geçici ittifaklar, AKP’nin kendi gücüne ve iktidarına duyduğu güveni sarsmaya doğal olarak yetmiyor.

Varoluş koşulları ortaklığının sürekli bir amaç ve eylem ortaklığına dönüşme olasılığındaki artış, tarihsel anın meselesidir.

Aslına bakarsanız böyle bir tarihsel anda olduğumuz da söylenebilir. Türkiye kapitalizmi, mevcut durumda, Avrupa kapitalizminin on dokuzuncu yüzyıl başlarındaki koşullarına, yani köylülerin ve zanaatkârların artan bir hızla üretim araçlarından ve dolayısıyla sosyal statülerinden koparıldığı döneme benzer bir durum içerisinde bugün. İşinden olan işçi, dükkânı kapanan esnaf, tıpkı Avrupa’nın ilk kapitalist fabrikalarında işe başlamış kalabalıkların ortak çıkarları olduğunu keşfetmesine benzer bir süreci yaşayabilecek koşullardalar. O kalabalıklar bu keşfi (nice denemeler, yanılmalar, yanlış başlangıçlar, yenilgiler ve kısa ömürlü de olsa uzun süre hafızalardan çıkmayan zaferler sonrasında) sürekli bir amaç ve eylem ortaklığıyla taçlandırmışlardı. Avrupa’da sosyal devlet böyle teşekkül etti.

Aynı kitlesel yoksulluk ve keşiften bizi aynı taçlandırmaya götürebilecek benzer bir başlangıçtayız. Elbette epeyce farklılığa rağmen. Yine de bu başlangıcın muhtemel sonucuna henüz varmadan bile, muktedirlerin kendi güçlerine ve iktidarlarına duydukları güven sarsılacaktır. O zaman niçin oldu diye sormayacağız, neden daha önce olmadı diyeceğiz.