YAZARLAR

İnsan güvenliği mi, milli güvenlik mi?

Bugün salgın kontrolü konusunda sergilenen kötü yönetimin ve yaşanan başarısızlıkların ortak paydasını pandemi sürecinin ihtiyaç duyduğu genişlikte bir risk yönetimini dışlayan milli güvenlik anlayışı oluşturuyor.

“Biz bize yeteriz” şiarıyla yürütülen Milli Dayanışma Kampanyası alelade bir bağış kampanyası olmanın çok ötesinde. Kampanyayı yönlendiren sloganlara yahut süreçle ilgili tartışmalara baktığımızda, salgınla mücadelenin sanki ikincil bir amaç olduğu yargısına varmaktan kendimizi alamıyoruz. Dayanışmayı ete kemiğe büründüren farkındalık oluşturma, eyleme geçirme ve yardımlaşma gibi konularda yürütülen propaganda, bu süreçte salgın karşısındaki beraberliğin ancak milli birliğe ve devletin bekasına hizmet ettiği ölçüde arzulanır olduğu hissini uyandırıyor. Özellikle Erdoğan’ın kendine yönelik eleştirileri Tekalif-i Milliye örneğiyle karşılamasından sonra, sürecin içerdiği milliyetçi ve militarist ajitasyon bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı. Şu çok açık: Devletin salgınla mücadele yaklaşımının hareket noktasını milli güvenlik anlayışı oluşturmaktadır. Milli güvenlik, salgın kontrolü sürecinde meydana gelen ve farklı toplumsal kesimler arasındaki açığa çıkan çıkar çatışmalarının çözümünde nihai bir başvuru kaynağı olarak kabul görmektedir. Bu durumun gündelik yansımalarını salgın kontrolü için alınan önlemlerle iyice ağırlaşan yoksulluk hallerinde, cezaevlerinde tutulan insanların mahpusluk koşullarında, sağlık çalışanlarının hastanelerde yaşadığı zorluklarda görebiliyoruz.

Niyetim salgın için alınan kısıtlayıcı önlemlerin gerekliliğini tartışmaya açmak değil. Bugün yaşanan durumda kişi özgürlüklerinin genel yarar adına sınırlanması, dahası bazı zorlayıcı önlemler alınması bana da kaçınılmazmış gibi görünüyor. Ancak bir insan hakkının sadece başka bir insan hakkıyla, bir özgürlüğün sadece başka bir özgürlükle sınırlandırıldığı durumlar dışındaki bütün çözümler, orta ve uzun vadede amaçlananın tersi bir etki yaratırlar. Sözünü ettiğim bu durum gerekli olanı gereksiz olandan ve makul olanı makul olmayandan ayırt etmenin temel ölçütünü oluşturur. Böylelikle elden geldiğince kısıtlamaların hakkaniyete uygun olmasını ve ayrımcılık yaratmamasını da sağlamış olursunuz. Fakat Türkiye’de yürürlükte olan milli güvenlik paradigması, aynı önlemlerin farklı toplumsal kesimlere seçici bir şekilde uygulanmasına ve ölçünün sık sık kaçmasına yol açmaktadır. Bu da en ağır koşullar altında dahi baş üstünde tutulması gereken insan onuruna aykırı sonuçların doğmasına yol açmakta ve sürecin ne kadar kötü yönetildiğini göstermektedir.

Bugün salgın kontrolü konusunda sergilenen kötü yönetimin ve yaşanan başarısızlıkların ortak paydasını pandemi sürecinin ihtiyaç duyduğu genişlikte bir risk yönetimini dışlayan milli güvenlik anlayışı oluşturuyor. Çünkü insanların birbirine yüksek düzeyde bağlanmış olduğu günümüz dünyasında, bir açıdan zorunlu olan insani teması bir başka açıdan kontrol altına almanın yolu milli güvenlik yaklaşımından değil, insan güvenliği yaklaşımından geçiyor. Milli güvenlik anlayışının etkili olabildiği durumlar, her şeyden önce, tehdit oluşturan bir dış güce karşı güvenli bir iç alan tarifinin mümkün olmasını, kimin risk altında kimin tehlike altında olduğunun ayırt edilebilmesini gerektirir. Temel amaç devleti dış saldırılardan korumak, bunun için gerekli faaliyetleri planlamak ve tehdit kaynağını caydırmak ya da gerekirse yok etmektir. Farklı toplumsal kesimlerinin değeri, mevcut hak ve özgürlüklerden ne ölçüde yararlanabileceği gibi hususlar onların devlete nispetle hangi konumda olduğuna göre belirlenir. Herkes bu süreçte devlet için ne ölçüde işlevsel olduğuna bağlı olarak yararlı, ne ölçüde etkin olduğuna bağlı olarak da gerekli görülür.

Oysa salgın hastalığın ortaya çıkardığı risklerin karmaşık sosyal-ekonomik doğası ve bunun yarattığı etkiler yukarda betimlediğim koşullardan bambaşka bir duruma işaret ediyor. DSÖ’nün yayımladığı metinlerde bugünkü salgınların kaynağı olan yeni çıkan enfeksiyonların “öngörülemez ama tekrar eden” bir yapıda olduğu önemle vurgulanıyor. Covid-19 için Çin kaynak gösteriliyor, ama MERS için kaynak olan Orta Doğu, “deli dana” için de Avrupa’ydı. Enfeksiyon kaynağı virüslerin yapısı ve oluşum biçimleri açık ve öngörülebilir bir düşman tarifine, hatta bir tehdit kaynağı belirlemeye bile olanak tanımıyor. Bu durum milli güvenlik anlayışının dayandığı ikili karşıtlıklarca belirlenmiş farklılıkları muğlaklaştırır ve onları kararsız hale getirir. Salgınlarda herkes kendi hastalığının mağduru ve bir başkasının hastalığının potansiyel faili olunca içerisi ile dışarısı, saldırgan ile saldırılan, risk altında olan ile tehlike kaynağı olan arasındaki ayrımlar silinmeye başlar. Burada açığa çıkan kararlaştırılamazlık durumu, güvenlik ihtiyacını ulus ölçeğinden çok daha geniş bir zemine, yani insanlık ölçeğine taşır.

Pandemi yönetiminin asıl sorununu bu düzeyde etkili olan riskleri ve onların yarattığı güvenlik açığını gidermek yahut azaltmak oluşturur. “İnsan güvenliği” kavramı, devraldığı insan hakları geleneğinin birikimini, güvenlik ihtiyacının odağına devletin yerine insanı koyarak işe koşar. İnsanı, salgın ve benzeri felaketlerde açığa çıkan açlık, yoksulluk, şiddet ve elbette ölüm gibi etmenlerden korumayı temel amaç edinir. Güvenlik talebi, her şeyden önce bireylerin mahrumiyet ve korkudan özgür olma ihtiyacıyla bağdaşabildiği müddetçe insan olmanın onuruna aykırı olmayan bir şekilde kıymetlendirilebilir. Böyle bakıldığında, güvenlik bir insan hakkıdır ve herkese karşı ileri sürülebilir bütünsel bir nitelik taşır. Başka bir deyişle, insan güvenliğinin esas alındığı bir pandemi yönetiminde, siyasal topluluğun hiçbir sektörü tek başına bütün sürecin hakkından gelebilecek kapasitede değildir. Toplumun her kesimi, kendini farklı kılan ve diğerlerinden ayıran niteliklerinden ötürü, salgına dair ikame edilemez ve vazgeçilemez önemde olan bir kapasite taşır. Asıl mesele bu kapasiteyi hayata geçirecek olan insani seferberliği yaratmakla ilgilidir. İşte biz insani güvenliğe dayalı bu anlayışa “bütün toplum yaklaşımı” adını veriyoruz.

Bütün toplum yaklaşımı farklı toplumsal grupların iç ilişkilerini ve karşılıklı bağlarını bütünleştirmek sayesinde mümkün olabiliyor. Böylesi bir bütünleştirmeyi üç farklı sektörün işbirliği sayesinde elde etmek olanaklı: Devlet, ekonomi ve sivil toplum. Salgının yarattığı aciliyetlere sağlık sisteminin hızlı ve etkili bir şekilde cevap verebilmesinin yolu, bu kesimler arasındaki karşılıklı ve etkili bir işbirliğinden doğan, çok sektörlü ve çok paydaşlı bir eylem programıyla hayata aktarılabiliyor. Oysa Türkiye’deki manzara böylesi bir eylem programının hayata geçirildiği yönünde hiçbir izlenim uyandırmıyor. Çok sektörlülük ancak “Ulusal Hazırlık Planı” gibi metinlerde kağıt üzerine yazıldığı için arada sırada akla gelen veya söylenen bir şey. Ekonomi dünyası, yani Türkiye’nin sermaye çevreleri ve iş dünyası her zamankinden daha ürkek ve kendine daha çok dönmüş durumda. Genel ekonomiyi destekleyecek bir potansiyeli harekete geçirmek şöyle dursun, kendi çalışanlarını bile ayakta tutacak yahut sağlığını koruyacak önlemleri almakta isteksiz. Sivil toplum uzun zamandır sindirilmiş ve yaşadığı baskıların yorgunluğunu üzerinden atamamış. Küçük, ama son derece anlamlı katkılar yapan inisiyatifler açığa çıksa da STÖ’ler etkin bir sorumluluk alabilecek kapasitenin çok uzağında.

Meseleye farklı devlet organları arasındaki eşgüdüm ve devlet ile toplum ilişkisi açısından bakınca da durumun değişiklik arz etmediğini görüyoruz. Salgın sürecinde uygulanan politikaların etkili olabilmesi için yerel, bölgesel ve ulusal düzeyde faal olan kurumlar arasında işbirliği yapılması mevcut kapasitenin maksimum düzeye çıkarılabilmesi için gerekli. Ancak Türkiye’de merkezi yönetimi elinde bulunduran iktidarın, yerel inisiyatifleri temsil eden belediyileri salgına karşı teşvik etmenin aksine, daha da pasifize etmek yönünde davrandığını görüyoruz. Hem CHP’li hem HDP’li belediyelerin bağış toplama, korunma ve benzeri konularda geliştirdikleri çözümlerin, iktidarın “bütün devlet yaklaşımı” ile davranmanın yakınından bile geçemediğini ve kayyım atamaları fiilen hakim olan yaklaşımın milli güvenlik konsepti çerçevesinde işlediğini göstermektedir. Yine devlet ve toplum ilişkilerinde aynı anlayışın başka yansımalarını görüyoruz. Her felaketin, her krizin kaybedeni olan emekçiler bir kez daha topun ağzına itilmiş durumda. Açlık sınırındaki Romanlara devlet memurları açıkça “Geberin” diyebiliyor. Her düzeyde işlevselleştirilen terör kavramı bir kez daha milli güvenlik anlayışının en önemli unsuru olarak ileri sürülüyor; sağlık ve yaşam hakkının mahpuslar arasında seçici bir şekilde uygulanmasına yol açıyor. Muhalif siyasi liderler, gazeteciler ve vicdan mahkumları, Grup Yorum üyesi sanatçılar, ÇHD’li avukatlar ve binlerce siyasi mahkum haklarından yoksun bırakılmış durumda. Bir kez daha görüyoruz ki terör, belli insanları haklarından yoksun bırakmanın ve onlara insandan daha aşağı bir varlık muamelesi yapmanın aracı olmak dışında bir işe yaramıyor. Zira milli güvenlik açısından bakınca, “terörist” olan herhalde hastalığa yakalanmıyor ve başkasına da bulaştırmıyor.

Fiilen hakim olan anlayış bütün toplumu kapsayan bir insani güvenlik şemsiyesi örülmesini imkansız kılıyor. Herkesin dikkati ve beklentisi devlete yönelmiş durumda ve soru nerden gelirse gelsin devletin bildiği ve söylediği tek bir “doğru” cevap var: Milli güvenlik. Türkiye’de Almanya gibi nispeten “başarılı” sayılan örnekler salgınla mücadele açısından tartışıldığında konuya bir de bu açıdan bakılmasında büyük yarar vardır. Bu gibi örnekler ele alındığında daha çok etkili kılınan devlet kapasitesine vurgu yapılıyor, salgına karşı eylem planının çok sektörlü ve paydaşlı yapısının pek sözü edilmiyor. Oysa, bu gibi ülkelerde ilan edilmiş bir sokağa çıkma yasağının yarattığı sonuçlar ile Türkiye’de ilan edilecek kesin bir sokağa çıkma yasağının yaratacağı etkinin kıyaslanabilmesi için böylesi bir bakış zorunlu. Çünkü bu gibi önlemler sadece devlet kapasitesinin harekete geçirilmesiyle değil, ekonomi ve sivil toplum unsurlarının olumlu tepkileriyle birleştiğinde sağlık sisteminin enfeksiyona hızlı bir şekilde cevap verebilmesi mümkün hale geliyor. Ne yazık ki Türkiye’deki görüntü bu açıdan hiç iç açıcı değil. Mutlak ve ebed müddet bir güç olarak devlete yapılan büyük tarihsel yatırımın verniği bugün pul pul dökülüyor. Halkı işbirliğine çağırmak yerine duaya ve sabra davet etmek, içerde hain yaratmak dışarda düşman aramak, milyon milyon milyar milyar para biriktirecek dayanışmalar örgütlemek hep bundandır. Halbuki milliyetçi hamasete ve militarist ajitasyona ayrılan kaynakların çok azı bile bütünsel toplum yaklaşımını etkili kılmak için kullanılsaydı, eminin durumumuz bugünkünden çok daha iyi olurdu.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.