YAZARLAR

Bir bağışıklık güçlendirici olarak umut

Umut en çok yeşertilen bir şeydir, yoktan var edilen değil. Yani umut, fakirin ekmeği filan değil, insanın yapı taşlarından biridir.

Dünya bir süredir tahrip ettiğimiz bir meme gibi. Dolayısıyla şu an süt ver(e)miyor. Şimdiye dek verdiklerimle yetinin ve şapkanızı önünüze koyup düşünün diyor. İnsanlığa had bildiriyor yani. İnsanın tüm güçlülüğüne, kibrine, kendini her şeyin merkezinde sanan haline, bitmek bilmeyen koşturmacasına, telaşına… Ölümlülüğümüzü, kısıtlılığımızı, elimizde yaşanacak sadece bir yaşamımız olduğunu, parayla her yere varamayacağımızı hatırlatmasıyla. Yavaşlamanız lazım diyor, doğaya iyi bakmanız, daha az tüketmeniz, bugünün içinde genişlemeniz ve birbirinizi kollamanız… Aksi halde sizi böyle geri püskürtürüm işte. Biraz cezalandırıcı bir ebeveyn gibi, yok yok sınır koyucu demek daha doğru. Belki de bizi çocukluk ve ergenlikten çıkartıp artık yetişkin olmaya zorlayan bir tavır bu. Yetişkinlik en çok davranışlarımızın sorumluluğunu almak demek.

Şu an içinde bulunduğumuz küresel salgın kuşkusuz her birimizde çok farklı etkiler yarattı, yaratmaya da devam ediyor. Ben ilk günlerde gayet de kendi irademle çılgın bir bilgi kirliliğinin içinde buldum kendimi. Olan bitene anlam vermekte o kadar zorlanıyordum ki kim ne yazdıysa okuyup türlü felaket senaryolarına yenilerini ekliyordum. Ölenlerin sayısına odaklanmaktan iyileşenleri görmezden geliyordum. Seçici algı olacak ki ne kadar olumsuzluk, yolunda gitmeyen şey var, dikkatimi hep onlar çekiyordu. Sonra zihinsel olarak zehirlendiğimi hissetmeye başladım. Fiziksel bağışıklığımı limonlu sularla, vitaminlerle yükseltmeye çalışırken ruhsal bağışıklığımı ancak umutlu şeylere alan açarak yükseltebileceğimi fark ettim. Bilgi kaynaklarımı gözden geçirdim.

İzlediğim filmlere, okuduğum kitaplara, iletişim kurduğum insanlara en azından şu süreçte daha çok dikkat etmeye başladım. Umuda alan açtıkça umutlu şeyler de kendisini göstermeye başlıyordu. İyileşenlerden tutun da, insanların birbirlerine yaptıkları iyilikler, incelikler gözüme daha çok çarpar oldu. İsrail’deki bir hastanenin doktorlarının hastaların onlarla kimin ilgilendiğini görebilmesi adına koruyucu kıyafetlerinin üzerine kendi fotoğraflarını yapıştırmaları, işitme engelli Covid-19 hastaları için ağız tarafı şeffaf maskelerin üretilmesi, İtalya’da balkonlarda insanların birbirleriyle müzik yoluyla temas kurması, komşuluk ilişkilerinin tekrar ısınması, insanlar evlere girdikçe doğanın kendisine gelmesi benim gezegen adına, insanlık adına umudumu yeşerten şeyler… Tabii epey hassasız da şu günlerde tüm bu umutlu haberler gözlerimi yaşartmıyor desem yalan olur.

Umut bir bağışıklık güçlendirici olduğu kadar sanıyorum ki istismar edilmeye de epey elverişli. Sömürülmesi an meselesi. Bu sebeple de çevremizdeki umut sömürücülerine karşı dikkatli olmak gerekir. Hem umudun hem de umutsuzluğun bulaşıcılık özelliği de var… Hangi tarafta olacağımıza belki umudun ne olduğunu hatırlayarak karar verebiliriz.

Edip Cansever, bir şiirinde “Baylar! Umutsuz, düzensiz ve biletsiz böyle nereye?” diye sorar. Cümledeki “baylar” kısmını şimdilik insanlarla değiştirecek olursak özellikle umutsuz bir yere gidemeyeceğimiz kesin. Yaşama uğraşı’nın bir nevi benzini olan umut, bir var olma durumu. Yaşamaya ve büyümeye eşlik eden, onlarla birlikte bulunan ruhsal bir besin. Umut yok olduğunda, yaşam fiziksel ya da ruhsal olarak sona eriyor. Umut, yaşamın doğasında, insan ruhunun dinamiğinde var.

Psikoterapistliğin bana öğrettiği bir şey varsa o da insan canlısının onarmaya meyletmesi, betonu delen bitkiler gibi umudun karşısındaki imkansızlıkları bertaraf etmesidir. Burada ilginç bir paradoks var; mesleğimin ilk yıllarında umudu tükenmiş insanların kapımı çaldığını düşünürken sonrasında aslında kapıyı çalmalarını sağlayan şeyin tam tersine o umut olduğunu anladım. Bir şeylerin değişebileceğine dair, yaşama dair duydukları umut. Umudunuz tükenmişse psikoterapi koltuğuna neden oturasınız ki… Bittabi umudunuz yoksa bu mesleği neden yapasınız… Rebecca Solnit’in dediği gibi; “Bir yarayı görünür kılarak ortaya çıkarmak genelde onu iyileştirmenin ilk adımıdır.” Ne çok seviyorum bu cümleyi.

Erich Fromm’a göre umut, kendi içinde çelişkilidir. O ne edilgen bir bekleyiştir, ne de gerçekleşmesi olanaksız koşulların gerçekçi olmayan bir şekilde zorlanmasıdır. Umut etmek demek, henüz doğmamış şey için her an hazır olmak, ama doğumun, bizim yaşam sürecimiz içinde gerçekleşmemesi halinde umarsızlığa, umutsuzluğa düşmemek demektir. Zaten var olan ya da hiçbir zaman var olmayacak olan bir şeyi umut etmenin anlamı yoktur. Umutları güçlü olanlar, yeni yaşamın tüm belirtilerini görür, bundan sevinç duyarlar ve doğurmaya hazır olan şeyin varlık kazanmasına yardımcı olmaya her an hazır bulunurlar.

Umut insanın yaşamsallığını sürdürmesini sağlayan başat duygulardan biridir ancak çoğu kişinin düşündüğünün aksine burada içi boş bir iyimserliğe, iyi düşünelim iyi olsunculuğa, pasif bir bekleyişe yer yoktur. Bardağın yarısının dolu oluşuyla filan da ilgilenmez. Bardaktaki yarım suyu içmekle ve bardağı bir kenara koymakla ilgilenir. Umut yaşam içerisinde karşılaştığımız belirli engelleri ve tuzakları kabul eder ve karşımıza çıkan koşullarla yüzleşebilme ve onları aşabilme cesaretini verir. Sürece odaklanmamızı, olmayanı kurmanın sabrını ve sorumluluğunu üstlenmemizi sağlar. Oldukça gerçekçidir.

Toplumsal, siyasal, ekonomik, varoluşsal, dinsel ya da gündelik, hangi düzlemde olursa olsun, umutsuzluk, daha çok bir gelecek görememe ve kuramama ile ilgiliyken; umut, geleceği yaratma, en azından buna cüret etme ya da bunu tahayyül etme ile ilgilidir.

Umutsuz kişi için zaman akmaz. Umutsuz kişi yaşamın hep böyle devam edeceğine, hiçbir şeyin değişmeyeceğine ve düzelmeyeceğine inanır. O, geleceği de sıkıcı bir şimdiki zamanın tekrarı olarak ön gören korkunç bir monotonluk âleminde yaşar. Elbette umudun olmadığı yerde depresyonun ayak izleri başlayabilir. Belki de depresyon umut bakiyesinin tükenmesine son çeyrek kaldığının sinyalidir. Dolayısıyla kişinin fabrika ayarlarında bulunan yaşam içgüdüsünün ona yeniden hatırlatılmasına ve aktifleştirilmesine ihtiyaç vardır. Ben umudun dışarıdan beliren değil, içeriden çekip çıkarılan bir şey olduğunu düşünürüm. Şayet içerisi tarumar edilmemişse, kişi doğasından uzak düşmemişse… Bundan dolayıdır ki umut en çok yeşertilen bir şeydir, yoktan var edilen değil. Yani umut, fakirin ekmeği filan değil, insanın yapı taşlarından biridir.

Varolan durum ile ve umut edilen durum arasındaki çatışma ancak eylem ile ortadan kaldırılabilir. Bu çatışma en çok belirsizlikle kendisini gösterir. Ne olacağını kestiremediğimiz ve belirsizliğin yarattığı boşluk… Belirsizliği idrak ettiğimizde onun sonuçlarına da etki edebileceğimizi anlarız. Umut, bilinmeyen ve bilinemeyecek olana tahammül etme kapasitesidir. Çatışma ne kadar büyükse, çatışmanın üstesinden gelmek ya da var olanın yadsınması için duyulan istek de o kadar büyük olmalıdır ve dolayısıyla daha güçlü bir irade ve eylem gerektirir. Müzmin iyimser, çatışmayı gidermek için kişisel gelişim kitaplarından çok iyi bildiğimiz gibi sorumluluğu evrene bırakır. Müzmin kötümser ise hiç bitmeyen bir şimdiye sıkıştığından onun için zaten gelecek yoktur. Müzmin iyimserlik de müzmin kötümserlik de, kişiyi eylemsizliğe ittiğinden umudun karşıtıdır. Bu açıdan bakıldığında da umut epey devrimcidir. Umut, eyleme geçmek için bir zemin işlevi görür ve ilerleyebilmek için gerçekliğe ihtiyacı olduğunu bilir.

Eduardo Galeano’nun ifadesiyle “Ütopya ufuktadır. Ne kadar yürürseniz yürüyün ona asla ulaşamazsınız. Ütopya neye yarar? İşte buna yarar: yürümeye.”

Umut da yaşamaya yarar. Bugünlerden hep beraber geçiyorsak boşuna değil. Dünya bir dönüşümler tarihi sahnesi. Bunun bir kısmına tanıklık etmek şimdilerde bize düştüyse bundan hepimiz sorumluyuz. Bu sorumluluk önce kendi hayatlarımıza sonra da gezegene nasıl daha iyi davranabileceğimizin yollarını araştırmaktan geçiyor. İşte bu araştırma sürecinde de umut kendisini göstermeye başlıyor.


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.