YAZARLAR

Korona virüsü ve kıyıya vuran hikayemiz

Kıyıya vurmak isteyen bir hikayeye hiçbir şey engel olamaz. Zamanı geldiğinde, dalgalar onu sürükleyip getirir ve güven içinde yayıldığımız altın kumsallarımıza bırakıverir. Sonrası işte böyle bir kaçış. Karantina...

Denizde bir bulutun öldürdüğü / Japon balıkçısı genç bir adamdı... Dünya tarihinin önemli hikayelerinden birini hatta o tarihin önemli bir kısmını barındıran iki dize... Nâzım’ın şiirinden. Nasıl okuyacağımız bize kalmış. Balık tuttuk yiyen ölür. Elimize değen ölür. Tuzla, güneşle yıkanan / bu vefalı, bu çalışkan /elimize değen ölür. Birden değil, ağır ağır, etleri çürür, dağılır. Elimize değen ölür... Badem gözlüm, beni unut. Bu gemi bir kara tabut, lumbarından giren ölür. Üstümüzden geçti bulut... Çoğumuza kolay ve rahatlatıcı geliyorsa da kıyılarımıza vuran hikaye, yarasa yiyen Çinlinin hikayesi değil. Hepimizin hikayesi. Çünkü toprağa, suya ve bulutlara zehrimizi yükledik.

Kıyıya vurmak isteyen bir hikayeye hiçbir şey engel olamaz. Zamanı geldiğinde, dalgalar onu sürükleyip getirir ve güven içinde yayıldığımız altın kumsallarımıza bırakıverir. Sonrası işte böyle bir kaçış. Karantina...

Korona virüsü üzerine yapılan açıklamaların birçoğu haklı olarak pandemi üzerinden insanlığa dair bir hikayeye de ses veriyor. Modern insanın bizzat kendi yaşam dünyasında ve ekolojik dengede yol açtığı yıkımın ve tahribatın hikayesi. Hastalığı uygar dünyanın kıyılarına vuran bir yıkımın kaçınılmaz hikayesi olarak okumak için çok nedenimiz var. Her şey bir yana domuz, sığır ya da tavuk çiftliklerinde ağır işkence koşullarında sürdürülen endüstriyel et üretimini ve evlerimizden bir aylık bir süre içinde dışarı çıkardığımız plastik malzeme miktarını düşünürsek, ekolojik yıkımdaki şahsi payımızı da az çok kavrayabiliriz. Sağlık sistemlerine değil silahlanmaya, hava savunma sistemlerine ve savaşa ayrılan bütçenin payı da ayrı hikaye. Bir gecede yüzlerce insanın ölümünde muhtemel ki aşırı yüklenmeden çöken, pandemilere asgari ölçüde bile hazırlanmamış sağlık sistemlerinin payı çok. Oysa aynı ülkeler her an ve her dakika savaşa hazır olabiliyor. Farazi beka meseleleri, toplumun korona gibi felaketler karşısındaki hakiki varlık meselesini önemsizleştiriyor.

Korona üzerimize incecik bir zehir bulutu gibi çöküyor. Evlerimizin kuytularına ne kadar çekilirsek çekilelim, sızacak bir yeri muhakkak buluyor. Bir gecede binlerce insan ölüyor. İllaki bir şeyle kıyaslanacaksa, ancak İspanyol gribiyle kıyaslanabilir. 1918 ve 1920 arasında üç dalga halinde yaşanan ve toplamda iki yıl süren bu pandemide en az 50 milyon insanın öldüğü sanılıyor. Dünya ülkelerinin birçoğu gerçek verileri açıklamadığı veya kaydını tutmadığı için bu rakamın aslında 100 milyonu bile aşmış olabileceğine ilişkin görüşler var. Sadece yüz yıl önce yaşanmış bu korkunç salgın hakkında genel olarak ne kadar az şey biliyoruz değil mi? Tarih eğitimi, küçük muharebeleri ve buralardaki sınırlı sayıdaki ölümü bile bir şekilde kapsıyor ama iki yılda 100 milyon insanı öldüren İspanyol gribini kapsamıyor. Tarih eğitimimizden ispanyol gribine dair tek satır hatırlayan var mı? Resmi tarih savaşların ve zaferlerin tarihidir. Hastalıkların, kıtlıkların ve yoksullukların tarihi değil. Bu yüzden de insanlık olarak ders alamıyoruz. Her şey bambaşka olacak diyemiyoruz. Yaşadığı kötü zamanları, buradaki şahsi payını ya da hatalarını ışık hızıyla zihninden silmeye ve suç atmaya meyyal varlıklarız. Hiçbir şeyden ders alamıyor ve kendimizi kurtaramıyoruz. Pek az ve pek yavaş öğrenen insanlar ve insan toplumlarıyız. Tuncay Birkan’ın çok güzel söylediği gibi, “Kendi öğrenmeyen hiçbir şey öğretemez.”

Geçen hafta da söylemiştim. Titanik batıyor sanki... Başımıza gelen şeyin Titanik’le başka türlü benzerlikleri de var. Her ikisi de gerçek hayatta başa gelişlerinden çok önce kurmacada yerini almış görünüyor. Titanik’in batması, tam on dört yıl önce yazılmış bir romanı neredeyse tıpatıp gerçekleştiriyor. Ayrıntılarını daha evvel yazmıştım. Bu yüzyıl bir köşede durup beklemekte olan hikayelerin ortaya serilme yüzyılı. Hikaye ortaya serilmişse kulak vereceksin, başka yolun yok. Çin'in Wuhan kentinden yayılan Wuhan -400 adlı bir virüsün yol açtığı felaket de bir komplo olarak kurmacada 39 yıl önce yerini almış. Bir biyoloji laboratuvarından değil ama Wuhan’ın yaşayan dünyasından zamanı gelince o da dünyaya yayıldı işte. Zamanı gelen hikaye kıyıya vurdu. Kendi alanlarında arkeolojik kazı yapmada başarılı olanlar çok iyi okuyor bu hikayeyi. Bakınız ekonomik coğrafyacı ve antropolog David Harvey şurada ne güzel açıklıyor.

Bu yazının başlığına da yansıyan, “açığa çıkmak isteyen hikaye” düşüncesine ilham veren şey ise yine de David Harvey’in makalesi değil, bu ilham çok daha mütevazı bir yerden, bir belgeselden geldi. Ondan da söz etmek isterim. İzlememiş olanlara karantina günlerinde güzel bir film önerisi olsun. Kâzım belgeselinden söz ediyorum. Kırk altı yıl evvel ölmüş 19 yaşındaki bir çocuğun, kimsenin yeterince bilmediği hikayesi. Akademisyen ve belgeselci Dilek Kaya, Kâzım’ın dünyasını örten tozu elindeki kuş kanadıyla, hafif, gösterişsiz hareketler ve vicdanlı bir arkeolog sabrıyla açığa çıkarıyor. Şu korona günlerinde erişime açılan en güzel filmlerden biri. Hazır herkes erişebiliyorken ondan da söz edeyim istedim.

Dilek Kaya 2016 yılında İzmir’de bit pazarından satın aldığı mektuplar sayesinde adını öğrendiği bu genç insanın hikayesinin peşine düşüyor. Başlangıçta sadece bir anlık bir merakla Google’a adını yazıyor. Sonra gerisi geliyor. İnanılmaz bir hikaye. Yine de inanılmaz derecede etkileyici olan şey, 19 yaşındaki bir gencin Kaçkarlar’a düzenlenen bir tırmanışta düşerek ölmüş olması değil sadece. Aslında bu sadece birkaç cümlelik bir olaydır: Kâzım Kaçkar dağlarına tırmanışa gitmiş arkadaşlarıyla. Yıl 1974. Oradaki kamp günlerinde bir gün zirvede bir yerde dengesini kaybetmiş, tutunamamış ve düşmüş... Bunca yıldır hikaye bundan ibaret olmuş. Etkileyici olan bu nedenle hikaye değil, hikayenin açığa çıkma ısrarı. Hikayenin Dilek’e rastlama ısrarı. Dilek’in bu hikayeye kapılması. Peşine düşmesi. “O çocuğun” yasını tutulabilir görmesi ve hikayesini duyulabilir kılması. Etkileyici olan bir akademisyenin sadece bir fikir değil, bir olay ve bir hikaye tarafından ele geçirilmiş olması. Bilgiyi, yeteneği ve teoriyi gerçek dünyada bir değişiklik yaratmak üzere kullanmadaki o çok özel çabası.

Kısacası bu belgeselde, etkileyici bir hikaye kadar o hikayenin merkezindeki anlatıcı olarak yer alan güzel insandan da etkileniyorsunuz. Aynı alanda çalışan iyi bir akademisyen olarak tanıdığım Dilek’i bu belgeselde başka bir bağlam içinden ve “mesafeden” bambaşka biri olarak yeniden gördüm desem yeridir.

Şu aralar inanabileceğimiz tek şey. Güzel insanlar... Korona virüsünün açığa çıkardığı hikayemiz bize her türlü bunu söylüyor. Başkasının hikayesine, başka canlılara, başka hayatlara duyarlı ve gözünü kendi küçük, klastrofobik dünyasından dışarıya çevirmiş güzel insanlar.

Ölüm ve yas konularında çalışmalar yapmış İsviçreli psikiyatrist Elisabeth Kübler-Ross’a ait şu cümleler güzel insanları şöyle anlatıyor. "Tanıdığım en güzel insanlar, yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi ve kaybı yaşamış olan ve diplerden çıkış yolunu kendileri bulmuş romantik olan insanlardır. Bu kişiler yaşama karşı geliştirdikleri kendine has takdir, direniş, duyarlılık ve anlayışla; şefkat, nezaket, bilgelik ve derin sevgiden kaynaklanan bir ilgi ve sorumlulukla doludurlar. Güzel insanlar öylece ortaya çıkmazlar; onlar oluşurlar…".

Korona virüsü hikayesi okunmayı bekliyor. Üzeri örtülmüş olan her şeyle birlikte açığa çıkmayı, şeffaflaşmayı ve görülmeyi bekliyor. O hikayenin arkeolojisini yapacak ve o hikayeden dayanışmayla yeni başlangıçlar çıkaracak güzel insanlar var. Tarihin uygun anında felaketlerle birlikte onların da zamanı gelir.


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.