YAZARLAR

Köylüler geçti de şimdi ihtiyarlara mı ölüm?

Devlet “adamları”nın dilinde, ilk günden beridir bir “yaşlılar” lafıdır gidiyor. Yaşlıları şöyle etkiliyor, esas etkilenen yaşlılar, sokağa çıkmaması gereken ilk grup yaşlılar, gençler değil de yaşlılar, yaşlılar da yaşlılar. Sanki şimdiye dek kimse bu insanlarla temas kurmadı, sanki bunlar yangında ilk bırakılacak nesnelermiş gibi, tuhaf bir uzaklaştırılma, garip bir ötelenme yaşadılar.

Bilinen hadisedir, teferruatlarını dileyen kolayca bulur. Şükrü Erbaş “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz” isimli bir şiir yazar, bahsettiği şey elbette kof gelenekler ve feodal yapıdır, dönemin şöhretli köşe yazarlarından Melih Aşık –henüz Demirörenlerin olmayan– Milliyet’te (1994) şiiri alıntılar, dönemin cumhurreisi Süleyman Demirel uzunca bir açıklama yollar faks marifetiyle. Gene bilinen hadisedir, Ahmet Muhip Dıranas bir gün Edip Cansever’e “‘Masa da Masaymış ha’ şiirin çok güzel,” der. Cansever, başka (iyi) şiirleri de olduğunu, bahsi geçen şiirden bıktığını söyler. Dıranas, “Herkesin bıktığı bir şiiri vardır,” diye yanıt verir, kendi “Fahriye Abla”sını örnek göstererek. “-leri öldürmek” kalıbında insanın aklına Şükrü Erbaş’ın bu şiiri geliveriyor ama kendi de zaten “Bu şiir benim başımın belası bir şiir,” diyor – haklı olarak. Velakin hatırlamadan edemedim ve devam edelim.

Hızlıca Dede Efendi’ye bağlanıyoruz, onun bir sözüne: “Müzik öyle bir denizdir ki ben paçaları sıvadım hâlâ içine giremedim.” Bunu diyen Dede Efendi. Dileyen tevazu diyebilir, dileyen hiper gerçekçilik. Ama bunu Dede Efendi bile söylüyorsa biz fukaralar ne edelim diyelim ve soyadı sıfatı olan birine, Diyarbekirli Celal Güzelses’e geçelim. Biyografisinin teferruatlarına ulaşmak güç değil ama birkaç şey söylemek icap eder. Plak zamanlarında, Diyarbekir ağzını alaya alan, “şive taklidi” yaparak dalga geçen biri vardır. Diyarbekirliler bu duruma bozulur “Esas türkülerimizi söyle,” diyerek şol rivayete göre kendi aralarında para toplayarak Celal Güzelses’i plak doldurmaya, İstanbul’a yollar. Sonradan Gazi Köşkü’ndeki icrasından sonra Mustafa Kemal’den “Şark Bülbülü” unvanını alacak Güzelses ve soyadı kanunuyla bahsi geçen sıfat, soyadı olacak. 1953 tarihli Sesleniş gazetesinde İzzet Yıldız’ın onunla yaptığı söyleşide şunu söylüyor: “İstanbul’a 1931 yılında Halep yolu ile gittim ve 18 plak birden doldurdum. İlk konserimi de Katolik Kilisesi’nde, seçkin bir davetli huzurunda, 12 musikişinasla beraber şataraban faslından verdim.”

Güzelses’in derleme faaliyetlerine yaptığı “katkı”lar (ve bunun neden tırnak içinde olduğu) konusunda söyleyeceklerimi saklı tutarak memleketime, Mardin’e doğru gitmek isterim. Mehmet Ali Abakay’ın Diyarbakır Folklorundan Kesitler: Celâl Güzelses kitabında, emekli devlet memuru Kamil Yalçın’ın söylediklerini okuduğumdan beri müthiş sevmekteyim. Bence hem tavrı, hem dönemin mesire âdetlerini, hem de Güzelses’in kişiliğine dair epey ipucu barındırıyor: “Dediler ki Celâl Güzelses Derik kazasındaki bahçelere gelmiş, okuyor ve cümbüş çalıyor. Biz de medresede okuduğumuz talebelerle onu görmeye gittik. Derik kazasının Külebi bahçelerinde, Mazıdağı ve Derik hükümet heyetleriyle oturup yemek yiyorlardı. Sene 1947-1948 idi. Biz de onlardan uzaktık. Yemekten sonra neşelenmeye başladılar ve Celâl Güzelses çalmaya ve dahi okumaya başladı. Sesi çok gür ve hazin bir niteliğe sahipti. Âhengi tasavvufi bir âhenkti.” [özgün imla]

1810 ila 1860 yılları arasında yaşadığı varsayılan ozan Âşık Hasan’a [Mehmed Emin] ait “Yaş Destanı”nı 1940’larda plağa okur Güzelses (Mehmet Mercan’ın yazısından yararlanarak aktardım bu kısmı). Şiirin aslı 12 kıtadır, Güzelses ancak yedi kıtasını plağa okuyabilir. Bir insanın doğumundan 100 yaşına kadar geçen süreyi işler metin. Bizi şu aşamada 40’lardan sonrası ilgilendiriyor aşağı yukarı.

“Ah/ Kırk yaşında gazel dökülür bağlar/ Kırk beşinde günahlarına ağlar/ Ellisinde insanlara bel bağlar/ Dağ başına çökmüş dumana benzer”. Ve 50’lere geliriz hızla.

“Ah/ Elli beşte sızı iner dizine/ Altmışında duman çöker gözüne/ Altmış beşte hiç bakılmaz yüzüne/ Ahreti gözetir Süphan’a benzer”. Burada biraz duruyoruz ve bugünlere, şu virüs illetinin dolaştığı, hepimizi evlere kapadığı bugünlere geliyoruz. Devlet “adamları”nın dilinde, ilk günden beridir bir “yaşlılar” lafıdır gidiyor. Yaşlıları şöyle etkiliyor, esas etkilenen yaşlılar, sokağa çıkmaması gereken ilk grup yaşlılar, gençler değil de yaşlılar, yaşlılar da yaşlılar. Sanki şimdiye dek kimse bu insanlarla temas kurmadı, sanki bunlar yangında ilk bırakılacak nesnelermiş gibi, tuhaf bir uzaklaştırılma, garip bir ötelenme yaşadılar. Ama pek yakında istatistik denen bilimle gördük ki, Türkiye özelinde gençler, benzer ülkelerin oranlarına göre epey yüksek bir oranda genç ölümü de yaşıyor. Beni bu meyanda ilgilendiren, “yaşlı olmayan” kalabalığın, yaşlı olana gösterdiği (yer yer) müthiş kabalık. İlk günden beri “Anadolu irfanı” diye bir şey tutturmuşlardı, görüyoruz ki evvelin evvelinde onlar “bilge ihtiyar” mecazından kurtulmak istiyorlar.

Rivayet odur ki, Diyarbekirli Cahit Sıtkı Tarancı, kendi “Fahriye Abla”sı sayılabilecek “Otuz Beş Yaş Şiiri”ni bu türküden hareketle yazar. Ve Güzelses devam eder: “Altmış beşten sonra beller bükülür/ Bütün damarlardan kanlar çekilir/ Gel gel diye toprak çağırır/ Geldi geçti şimdi yalana benzer”.

Ölüm istemek, ölüm çağırmak konusunda bunca telaşlı olmasak mı?


Mehmet Said Aydın Kimdir?

1983 Diyarbakır. Kızıltepeli. Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Üç şiir kitabı var: “Kusurlu Bahçe” (2011), “Sokağın Zoru” (2013), “Lokman Kasidesi” (2019). “Kusurlu Bahçe” Fransızcaya tercüme edildi (2017). “Dedemin Definesi” (2018) isimli otobiyografik anlatısı üç dilli yayımlandı (Türkçe, Kürtçe, Ermenice). Türkçeden Kürtçeye iki kitap çevirdi. BirGün ve Evrensel Pazar’da “Pervaz” köşesini yazdı, Nor Radyo’da “Hênik”, Açık Radyo’da “Zîn”, Hayat TV’de “Keçiyolu” programlarını yaptı. Editörlük yapıyor.