YAZARLAR

Kıyameti koparacak altın plaklar

Cennet ve cehennem manzaralarını aynı anda yaşamaya alıştırıldığımız Dünya, hiç görmediğimiz manzaralar ve seslere tanıklık ediyor. Bu koşullarda yaklaşık çeyrek asır evvel kozmosa atılan altın plak dolu mesaj şişeleri ise, bizden yegâne yadigâr olacak gibi, hüzünle ilerliyor. 

Ekranlar. Bunlarla yüz yılı aşkın süredir birlikteliğimiz devam ediyor. Şimdilerde ücretli ve TV ile Sinema'dan melez yöntemlerle kişiye ve keseye özelleştirilip telefonla buluşturuldukları çeyrek asrı aşkın zamandır, ellerimiz hep birtakım tuşlarda. Gözlerimiz nice ekranda. Hepsinin bizi birbirimize daha da bağlayacağını varsaydık.

Küreselleşme ilk nefesini almaya başladığında adını İnternet koyduk. Hatta İstanbul Taksim'deki eski Atatürk Kültür Merkezi'nin otoparkında, 1995'in bir yaz akşamında Dünya ile aynı anda yapılmış bir lansman yapıldığını anımsıyorum. Bugünün dolar milyarderi, hayırsever Bill Gates, Windows isimli bir yazılım-uygulama geliştirmiş ve Türkiye'de bu tanıtıma katılanlara da birer Explorer/Kâşif CD-ROM uygulama numunesini projeksiyon eşliğinde yapılan küresel akşam sunumu ardından dağıtmıştı.

Bunu izleyen birkaç yıldan sonra hayatımıza türlü numaralar girdi. 'Seni İzliyorum' manâsına da gelen 'icq' isimli bir yazılım girdi meselâ. Benzeri, Windows kullanıcıları için 'Mesih' anlamına da gelebilecek 'Messenger' ile de yaşamımızın bir parçası oldu. Artık Dünyada gidemeyeceğimiz yer yoktu. Hatta İnternet ilk yıllarında bize çok büyük bir hizmet daha sundu. Hepimiz, Dünyanın hemen bütün kültürel, antik, turistik ve jeopolitik noktalarına yerleşik elektronik gözler aracılığıyla, meraklı gözlerimizi dikebiliyorduk. 'Webcam'lardi bunlar. Güvenliğimize, izdivacımıza, libidomuza, mülkiyet açlığımıza bire birdi. Kendi Dünyamızın gardiyanları ve ekranların mahkûmlarıydık artık.

Ama hayır, süre sonra bize bu da yetmez oldu. Elektronik ve bilişim, iletişim devleri art arda bu gönüllü kulluğun oyuncaklarını 'cep'lerimize soktu. Hepimiz, daha da özelleştiğini düşündüğümüz mahrem ilişkilerimizin yine hem köleleri, hem de efendileri haline geldik. Artık birbirimizi gözetmek en doğal özgürlük bahanemizdi. Kendimize birbirimizi yasakladığımız seviyede, dijital özgürlükle hemhal vaziyetteydik. Öyle ki, bu aygıtların imkânına bağımlılığımız nedeniyle onlardan ne zaman mahrum olsak, dijital tanrılarımıza en ufak yokluklarında 'bizi çekmiyor' diye küfredip, hep daha fazla faturayı, koşa coşa ödedik. Onlar baz istasyonlarımız değil, haz istasyonlarımızdı çünkü. Kanser filan da etmiyordu bizleri. Hepsi kuruntuydu.

Hep en yenisini satın almanın bizi daha çok iletken ve yalıtkan kıldığını zannettik. Haklarını yemeyelim. Bu imkânlar yeri geldi, Büyük Birader'in mikro akrabalarının yarattığı hayat mucizelerini de bize bahşetti, ediyor. Deprem kalıntıları, çığ yığınları, kuraklık krizleri, doğum sancıları, kaza anları, okyanus ortalarında, Dünya yörüngesinde hep vızır vızır gezinen bu uyduların bahşettiği hayatlara da şükretmedik değil.

Şimdi yine birlikteyiz. Ama hayat gibi. Henüz birlikteyiz. Bir sonraki ödeme tarihine dek biz bizeyiz. İletişim denilen bu uyuşturucuyu ne kadar kontrollü kullandığımızın yarışı içinde, birbirimizin zekâ testi haline getirilmiş şekilde, ceplerimizde, tabletlerimizde, dizüstünde (d)övündüğümüz kilobaytlar, megabaytlar, terabaytlar ve evet, artık telaffuzu bile öylesine olağan ki, 'harcadığımız dakikalar'la egolarımızı yarıştırıyoruz.

Şimdilerde, Dünyanın dört bir yanına dağılmış bir başka organik salgını, bu imkânların getirdiği kitlesel iletişim gevişi-gürültüsüyle yenmeye çalışıyoruz. Ancak işin ilginç tarafı, bu alet edevatta kelimelerimiz, ses kayıtlarımız, üstün(körü) zafer naralarımız ne kadar yüksek olursa, kapımızın önünde de birbirimize o kadar ürkek, sessiz, yalnız ve emniyetsiz, bekleşiyoruz.

Başını sokacak evi olanlar bile, çoğunluğu bu Dünyada kiracı olduğunu dahi unuttuğunu yeni hatırlar bir endişeyle yutkunuyor. Dünyanın en büyük markaları, bugünlerde ederi en küçük unsurları, gerek kendileri, gerekse başkalarını kurtarabilmek adına harıl harıl üretmeye veya bağışlamaya çalışıyor. Kimi yüz binlerce dolarlık araç üretirken, tıbbi amaçlı vantilatör yapımına, kimi on binlerce dolarlık kostüm üretirken, maske, eldiven, hijyenik tasarım ortaya koymanın derdine düşüyor.

Dünyanın başına gelen bu salgının yere indirdiği binlerce uçak, susturduğu milyonlarca otomobilin gürültüsünün yerini bugünlerde o dünyanın asıl özgür varlıkları, kuşlar, köpekler, kediler, sıçanlar, timsahlar ve ansiklopediler ile onları tıktığımız sözde Nuh'un gemileri, hayvanat bahçelerindeki canlıların sanki bizlere 'yaaa, gördünüz mü?' diyen sesleri alıyor. Ama korna virüsü gidip, korona virüsüne yerini bırakınca, garip şeyler de oluyor. Sular temizleniyor, timsahlar, balıklar, tavus kuşları, mevsimler yerlerini hatırlıyor. Hava temizleniyor.

Bu koşullar altında başımızdan geçenlerin sonumuzu (veya yeni nesiller adına hiç akıl bile edemeyeceğimiz yeni başlangıcı) nasıl hazırladığı üzerine düşünmeye çalışıyorum. Aklıma belirli unsurların geleceği, kimlikleri ve işlevleri ile varlıklarının lüzumu geliyor: Sınırlar, bayraklar, ırklar, kimlikler, pasaportlar, sağlık raporları, silahlar, oyuncaklar, kitaplar, sanat eserleri, bunları barındıran özel ve kamusal 'muassır medeniyet gösterişi bahçeleri', yani müzeler...

Gelecekte diye söze başlayacak oluyorum, insan ve zaman birbirine o kadar kuşkuyla, husumetle telaşlanıyor ki, herhalde ben dahi kendi ölümlülüğümün derdine yandığımdan olacak, o da gözlerimin önünden akıp, gidiyor.

Zaten her halde tam da bu yüzden sözünü ettiğim bilumum iletişim araçları, hep, 'son dakika'yı seviyor. Kimse 'ilk dakika'nın derdine ve kusurlu ya da kusursuz samimiyetine, bunun mesuliyetini hep birlikte üstlenmenin yükümlülüğüne inmiyor.

Bugünlerde hemen tüm Dünya liderleri, bağlı bulundukları bayrakların tebaasına 'Evinizde Kalın!', 'Mesafenizi koruyun' emirleri yağdırıyor. Oysa Dünya, barındırdığı tüm canlılar arasında ayrım gözetmeksizin, hepsinin evinde kalabilmesi için, milyarlarca yıldır evrile evrile elinden geleni yapıyor.

Bu, yine de insanoğlunun anlamasına yetmiyor. Çünkü paylaşan, günümüz dünyasında enayi sayılıyor. Çünkü değerin can olduğunu düşünerek kendi canını hiçe sayan, ahmak muamelesi görüyor. Çünkü evrenin enginliği karşısında Dünyanın küçüklüğünü bilerek, ne canlı, ne cansız hiç bir şeyi beyaz kefenine sığdırabilecekmiş gibi yağmalayıp tüketmeyen, yalnızca gerçek ihtiyacıyla tatmin olabilen, hayatın 'business class' koltuklarında oturamıyor.

Bu vesile ile, geçmişte 'dünyanın bütün bilgilerini' barındıran, her ne hikmetse ikisi de yok olmuş (!) Babil Kitaplığı ve İskenderiye Kütüphanesi'ni düşünüyorum. Onları malûm İnternet tröstünün silikon vadisinden çıkma ak kaşık misali ana ekranına aval aval bakıp, en doğru arama kelimesi - sorusunu düşüneduran bizlerle aynı kefeye/kefene koymaya çalışıyorum.

Veya günümüzde birbirimizin yüzüne bile bakmaktan mahrum bırakıldığımız şu koşullarda, milyarlarca doları iç ederek insanoğlunu dijital bir 'yüz kitabı'na esir eden zihniyeti düşünüyorum. Maskesi düştü mü? Yoksa gündeme uyum sağlamak adına, kişiye özel elektronik maskeler yolda mı?

Keza, karantina meselesi, hepimiz elde ettiğimiz bu sosyal kodeslerde zaten onyıllardır birbirimizi seçip eleyerek gereken karantinayı sınıfsal, cinsel, siyasal ve dinsel, hatta eğitsel düzeyde uygulamadık mı? Emeğin sömürüsünü en 'bağımsız' / 'freelance' sadakatimiz ve ekmeksizlik korkumuzla yutkunarak kabullenmedik mi ?

Şimdi niye tüm faturayı Çin'in Wuhan eyaletinden çıkma bir virüse kesiyoruz ki? Sahi, malûm bilişim devi de, varlığını hem ABD, hem de Çin'e borçlanmamış mıydı ? Sahi, bilimi kendi nefsimiz için bu kadar sömürüp, böyle bir virüsün doğumuna o veya bu şekilde vesile olunca mı aklımız başımıza geldi ?

Lâfı şuna getirmek istiyorum. Bu dünyadaki kıyamet temalı resimleri anımsayın. Bir çoğunda hem cennet, hem de cehennem aynı pencerede tasvir edilmiştir. O halde gelin birkaç soru soralım. Ya Dünya, çıkarlarımız ve neticeleri doğrultusunda hem cennet, hem cehennemimiz ise ? Ya tüm o ahiret tabloları aslında bunu demek istemişse? "Bakın, cennet de, cehennem de şimdinin içinde."

Hadi onu geçelim: Ya cennet diye hak kazandığımız yer, tatil sitelerinden yediğimiz kazıklar misali, bize göre olmayan bir cehennem olacaksa ?

Veya tam tersine, bir hediye gibi, ya büyük bir utanç ve korkuyla bize kapısı açılacak olan cehennem, geride bıraktığımız Dünyada maruz kaldığımız onca esirgenmişliğin ve yetersizliğin ardından bize bahşedilmiş sahici bir cennet olacaksa ?

Hatta şunu düşünelim, ya oraya gittiğimizde de, bırakın cenneti cehennemi filan, bizi başka türlü bir karantina daha bekliyorsa ?

Evrenin enginliğini ölçmeniz adına size başka bir benzetme daha yaparak gevezeliğimi sonlandırayım. Bu dünya üzerinde tespit edilip gün ışığına çıkarılmış veya sayısı bilinen ya da tahmin edilen bütün canlıların sayısını tahmin edebiliyor musunuz ? İşte, hani astronomik evrenin ebadından söz ediyoruz ya, bu meyanda Tanrı'nın sürekli bize izah etmeye çalıştığı, 'Oku' diyerek dört ayrı kitap indirdiği büyük içerikte öte dünya denilen yerin büyüklüğünü, eğer tüm o varlıklar orada bizi bekliyorsa, tekrar bir düşünün.

Burada, Yurt dışı ve yurt içi seyahatlerin virüslü veya virüssüz binyıllardır kısıtlandığı bir Dünyadan oraya, adına Cennet veya Cehennem, ya da ikisinin sentezi ne derseniz deyin, bir biçimde gittiğinizi düşünün. Ve şimdi de şunu hayal edin: Siz ve sizden sonrakiler, af buyurun ama sözde medeniyet çıkarları uğruna, tarih yazma saplantısıyla içine edilmiş bu güzelim Dünyadan oraya gittiğiniz için, asgari iki metre mesafe ile sizi karşılıyor olsun. Herhalde kâinatın yaşayacağı en büyük sığınmacı isyanı olurdu.

Ama kim haklı, kim neye isyankâr olur, işte onu inanın ben de kestiremiyorum.

Bu anlamda, kültürel açıdan hep savunduğum evrensel bir 'kalıntı' projesi var. Bu bile Dünyanın / insanın yalnızlığının bir ispatı. Buna isyanının bir kanıtı denebilir. İçeriğinin yasallığını, entelektüel ve etik kıymetini öncelediğimden değil ama, bu kozmik denize atılan 'uygarlık şişesi', projeleri, sözünü ettiğim.

1977'de farklı yönlere fırlatılan 'Gezgin' / 'Voyager' uzay araçlarında, iki 'Altın Plak' bulunuyor. ( Bu arada çok ilginç bir detay verelim: NASA'nın bundan da önce, Pioneer uzay aracıyla yolladığı bir plak daha bulunuyor. Ancak, bu plak üzerindeki çıplak kadın ve erkek çizimlerinden alınan tepkilerin ardından, NASA proje üyelerine plağa sadece bir çiftin siluetini eklemeleri iznini vermiş.)

Bu plaklarda, Dünyadaki yaşamsal ve kültürel çeşitliliği temsil eden sesler ve imgeler mevcut. Bu plaklarda Dünya kültürünü harmanlayan çeşitli müzikal kompozisyonlara, farklı milletlere ait dillerden 'selam' mesajları da refakat ediyor. Buna Türkiye'de eklenmiş. Bu şişeleri 'birilerinin bulabilme' ihtimali için ise, Voyager 1 aracının Camelopardalis / Zürafa takımyıldızındaki, 17.6 ışık yılı mesafede bulunan Gliese 445 yıldızına ulaşması için, asgari 40 bin sene beklemek gerekiyor.

Jodie Foster'ın başrolünü üstlendiği 1990 tarihli Robert Zemeckis imzalı 'Mesaj' / 'Contact' filmi ve 'Kozmos' kitabı ve belgesel serisi ile tanıdığımız ABD'li merhum bilim insanı Carl Sagan, kalkıştıkları bu projeyi şöyle tarifliyor: "Bu uzay aracı ancak yıldızlar arası gelişmiş uygarlıklarla buluşursa söz konusu 'altın plak' dinlenebiliyor olacak. Ancak bu 'şişe'nin kozmik okyanusa bırakılmış olması bile, bu gezegen hakkında son derece umutlu bir şey söylüyor." Sagan'ın bu sözleri, aklıma 'kulağımızı evrene diktiğimiz' SETI radyo dalgaları izleme küresel projesi ve Hubble Teleskobu ile, yörüngedeki Uluslararası Uzay İstasyonu'nu da getiriyor.

Tüm bu örnekleri üst üste koyduğumda, bizim birbirimizi daha iyi tanımak ve yaşatmak adına asıl bunların hepsine ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu hüzünle yeniden hissediyorum. Uzaylılar zaten bizleriz. Zaten İngilizce ve felsefe bunu çözmemiş mi ? Alienation / Yabancılaşma... Şu an tecrübe ettiğimiz, bu değil mi ?

O yüzden gelin, bu hafta ve bundan sonra yine en çok 'dinlenmeyi hak edenler'e bir nebze daha kulak verelim: Bilime, akla, yıldızlara, dünyaya ve üzerindeki bütün 'uzaylı'lara. Yani Dünyaya ve üzerindeki bütün dünyalara. Korkusuzca, önyargısız, ayrımsız ve bitimsiz merakla... Evrene arkamızda ne bırakmaya çalışmışız, 'kıyameti koparacak' şu altın plakları, sonsuzluk yolunda bir kere daha salim kafayla inceleyelim.

Bilgi

Bilgi (2)