YAZARLAR

'Kasada arada bir bakıyorum, eldiven simsiyah'

Para her zaman pistir evet, ama inanır mısınız hiç o yönden düşünmemiştim ta ki bu zamana kadar. Ben sonuçta iş gözüyle baktığım için, reyon olsun, kasa olsun çok fark etmiyordu. Bütün gün paraya dokunuyorum, başıma şu gelir mi, diye düşünmemişim hiç. Şimdi para sayarken havaya uçuşanların bile hasta edebileceğini biliyorum.

35 yaşındaki Sevda, büyük bir market zincirinde kasa görevlisi; “kasiyer” denmesinden hazzetmiyorlar. İşi insanlarla ve parayla yakın teması gerektirdiğinden çalıştığı her an risk onun için. “Müşteri haklıdır”dan, karşılaştığı empati yoksunluğundan zaten yıllardır usanmışken, şimdi de salgınla sınanmak psikolojisini altüst etmiş. İnsanlara baktığında, yayılan bir virüs görüyor önce...

Çizim: Murat Başol

Yedi senedir markette çalışıyorum. Yerim çok değişti, mal kabul, muhasebe, reyon, hepsine baktım. İki yıldır da kasadayım. Bizim insanlarımızın bazı kelimeleri kullanmayı öğrenmeleri biraz zaman alıyor, hep “kasiyer” diye biliniyoruz. Biz alıştık artık tabii ama aslında “kasa görevlisi” denmesi hoşumuza gidiyor. Bizim müşteriyle uzak olmak gibi bir lüksümüz yok, yakın temas mecburiyetindeyiz. Korona virüsü çıktıktan sonra, temasımızın aslında ne kadar yakın olduğunu daha iyi anladık. Müşteri aksırıyor da karşında, öksürüyor da.

Bütün yaşananlara rağmen çok duyarsız davrananlar var ne yazık ki. İşin ciddiyetinin farkında olmayan çok kişi, öyle hiçbir şeysiz geziyor reyonlarda. Bir de mesela şu an eldiven ve maske kullanıyoruz, takmadığımız zaman bize sorabiliyor, “Bu riskli” diyebiliyor. Sorabilmesi şu yüzden garip, kendisinde ne maske ne eldiven var, önlemini almamış. Ben de onun karşısındayım, ama sadece onun bana sorabilme lüksü var.

Böyle insanın sinirlerini bozabilecek durumlarda, diğer arkadaşları bilmiyorum ama ben “Müşteridir, tamam” diye sakinleştiriyorum kendimi. Neden? Çünkü “Benim karşımda siz neden maske takmıyorsunuz?” desem kesin beni şikayet edecek. Çalıştığım yer insanların bir şeyi hemen şikayet edebileceği bir yer, öyle diyeyim. Uzatmıyorum, “Sık sık ellerimizi yıkıyoruz” falan diyorum. Gerçekten de elimi sık yıkarım, bu işten sonra daha da önem verdim yıkamaya. O da tam dezenfekte sağlamıyormuş ama, eldiven takmaya başladıktan sonra kasada arada bir bakıyorum eldiven simsiyah. Demek ki takmadığımız zamanlarda ellerimizde ne virüsler varmış. Kim bilir neler kaptık böyle...

Para her zaman pistir evet, ama inanır mısınız hiç o yönden düşünmemiştim ta ki bu zamana kadar. Ben sonuçta iş gözüyle baktığım için, reyon olsun, kasa olsun çok fark etmiyordu. Bütün gün paraya dokunuyorum, başıma şu gelir mi, diye düşünmemişim hiç. Şimdi para sayarken havaya uçuşanların bile hasta edebileceğini biliyorum.

On sene bayan kuaförlüğü yaptım. O zamanlar belim çok ağrıyordu, sağlığım kuaförlüğe el vermeyince, hiç bilmediğim bir işe, markete girdim. Beni en çok yoran şey insanların anlayışsız oluşu. Empati kurmaktan aciz çok insanımız var ne yazık ki. Ben çok sabırlı, sakin bir insandım, hâlâ da öyleyim içimde, ama bu virüs de gelince kontrolden çıkabiliyorsunuz, artık sabır da taşıyor. İnsanların empati yapmayı öğrenmesi lazım. Biraz yerle de ilgili, “ben bilirim, ben şöyleyim, ben müşteriyim” tipi insanlar var burada.

Böyle koşullarda çalışırken sendikalı (Tez-Koop-İş Sendikası) olmak bizi işverene karşı koruyabildiği için önemli. Hem maddi hem manevi çok sıkıntıyla karşılaşıyoruz çünkü. Nadiren sendikanın yeterli olmadığı durumlar yaşanıyor tabii. Yine de her şeye rağmen işçi için önemli olduğunu düşünüyorum ben sendikalı olmanın.

Bu virüs başladığından beri yasak ne zaman çıkacak diyorum, çünkü yasak koymayınca alışverişe dur durak yok. Yaşlılara sokağa çıkma yasağı koydular, hâlâ markete geliyorlar. Yarım yamalak yasak ne kadar doğru bilmiyorum. Üstelik biz de risk altındayız, müşteride ne var ben biliyor muyum? Tamamen yasak olsa, iki haftada ölmeyiz ya. Herkes alacağını alsın evine, böyle bitecekse eğer, dişimizi sıkıp iki hafta dayanabiliriz. Ama tabii maddi yönü de var, hiç iş yapmayan mağazalar cirosunu kaç kat arttırdı. İnsanların da gözü korktu, saldırdı, makarna reyonları bomboş, un reyonları bomboş.

Ne dolu arabalar gördüm de, bir tane alışveriş arabası bana şok geçirtmişti. Adam geldi, arabası abartmıyorum tepeleme makarna, ketçap dolu. Kendisi de “Zaten gülmeyin” dedi ilk geldiğinde. “Home-office çalışacağım bundan sonra, belki bir daha çıkamam” diyor. Çıkamayacaksın da sadece makarna ve ketçap mı yiyeceksin? Bunu unutamıyorum.

Yasak çıksın diyorum ama tabii bize ücretli izin verirler mi hiçbir fikrim yok. Öyle olması gerektiğini düşünüyorum. Ücretsiz olacaksa bizim şu anda da işi bırakıp izne çıkma hakkımız var, öyle değil mi? Ama işte personele de yazık. Eğer açık kalacaksa, ben izin aldım diyelim, o zaman arkadaşım full çalışmak zorunda kalacak. Onları da düşünüyorum. Düşünmek zorundayım. Yine de sadece iki haftaysa, ücretsiz olsa da kimse açlıktan ölmez.

Ben nişanlıyım, ablamla oturuyorum. Çoluğu çocuğu olanlar, aile geçindirenler var. Aslında bu olay sadece işverenlerle ilgili olmamalı, devlet bu iki haftada çalışana destek veremez mi? Erzak olur, başka şey olur. Gerçi böyle diyorum ama Cumhurbaşkanı da sadece işverenlerle ilgili önlem açıkladı. Her zaman böyle hayatta, iş yürüsün, ciro kazanılsın, çalışanlara ne olursa olsun! Bizimki sokakta elini kolunu sallayarak gezenin aldığı risk değil. Aklım almıyor, aynısı Çin'de yaşanmış, İtalya'da yaşanıyor, neden ders çıkarılmıyor? Benim imkânım olsa, evimden bir ay çıkmam.

Aslında, benim hem virüsten, hem zaten çalışmaktan psikolojim tamamen bozuldu. Sokakta insan görmeye dayanamıyorum, çünkü insan gördükçe bu virüsün daha çok yayılacağını düşünüyorum sadece. Temmuzda evleneceğim, düğünümü de iptal ettim. Şu an hiç düğün yapacak halim falan yok, bundan sonra da yapmayı planlamıyorum.

Konuştuğumuz gün 947 vaka, 21 ölüm açıklanmıştı.

*Gezegeni saran bir virüsün birkaç ay içinde yarattığı bu öngörülemez olağanüstü halin, kapitalizmin hâlihazırdaki eşitsizliklerini görünür kıldığından, derinleştirdiğinden ve bundan sonra hiçbir şeyin aynı kalamayacağından konuşuyor çok insan. Kalamayacak mı gerçekten? Neden kalmasın ki? Varlığını, her veçhesiyle sömürgeciliğe, cinsiyetçi iş bölümüne ve tam da derin bir eşitsizliğe borçlu bu düzen kötücül bir virüs gibi ruhlarımızı ve bedenlerimizi sarmışken “iyileşmek” nasıl mümkün? Kadınlar, erkekler, işçiler, memurlar, işsizler, beyaz yakalılar, mavi yakalılar, “yaka” devri değişti diyenler, serbest çalışanlar, evde çalışanlar, hâlâ çalışanlar, zorla çalıştırılanlar, karantinadakiler, geleceği göremeyenler, gördüklerinden yorgun düşenler anlatıyor. Neden bu uzun yazı dizisine başladık? Çünkü birbirimizin sesini, derdini duymaya, diğerinin dermanında kendimizinkini aramaya ihtiyaç var.


Pınar Öğünç Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler mezunu. 1997 yılından beri çeşitli gazete ve dergilerde muhabir, editör, köşe yazarı olarak çalışıyor. Jet Rejisör (söyleşi, İletişim Yay.), İnce İş (söyleşi, İletişim Yay.), Asker Doğmayanlar (söyleşi, Hrant Dink Vakfı Yay.), Aksi Gibi (hikâye, İletişim Yay.), Beterotu ((hikâye, İletişim Yay.), Cotturuk Defterleri (çocuk, CanÇocuk) kitaplarının yazarı.