YAZARLAR

Evde dost mu var, şeytan mı?

Tek başına kalabilme kapasitemizi kullanmamıza en çok ihtiyacımız olan bu günlerde belki kendimizden bir şeytan değil de dost yaratmayı başarabiliriz.

Çok zor zamanlar. Birbirimizden fiziksel olarak epey uzağa düşmüşken, birbirimize ne kadar bağlı olduğumuzu gördüğümüz günlerden geçiyoruz. Kendimizi korumanın, ötekini korumakla mümkün olacağını idrak etmemiz gereken günlerden… Üzerimizden koca bir dünya geçiyor, epey hırpalayarak üstelik. Her şey çok hızlı bulaşıyor; virüs, kaygı, korku… Bu açıdan da sürekli eşitleniyoruz. Belli açılardan hiç olmadığı kadar aynıyız sanki.

Dünya ne küçükmüş diyorum günlerdir! Canımı bir şey sıktığında kendimi sakinleştirme yöntemlerinden biri şu olurdu; “Dünya var dışarıda!” “Kocaman bir dünya var!” Kışkırtıcı bir cümle bu. İnsanı olduğu halden başka bir hale gebe bırakması an meselesi! Oysa o dünya şimdi ne tehlikeli, ne uzak ve ama yaydıkları ne kadar da yakın…

Görsel Barış Cihanoğlu'nun "İçgörü" isimli eseridir

Dış gerçeklikte olanın iç gerçeklikte nasıl yaşandığı hepimizin ruhsal kapasitesiyle ilgili. Dünyada, ülkede yaşanan her felaket, kendi ruhsallığımızın mayasında ne varsa en çok onu açığa çıkarıyor ve bu hal, artık dış dünya meselesinden ziyade iç dünyamızda bir başrol ya da figüran olabiliyor. Herkes kendi nevrozunca etkileniyor olan bitenden…

Yıllardır yürüyüş yaptığım Moda sahilde her gün yürümeye özen gösteriyorum. Orada dikkatimi çeken bir şey var günlerdir. İnsanlar ikiye ayrılmış gibiler, bir kısım birbirine “günaydın” diyen, zor zamanlardan geçtiğimizi ama tüm bunların geçeceğini ima eden bakışlardan oluşuyor. Bir diğer kısım ise kendisini aşırı bir şekilde korumaya almış, kimseyle göz teması bile kurmadan gergin beden diliyle alelacele yoluna devam eden… Diğeri de kendini koruyor ama ruhsal olarak kendini ötekine açarak, öbürü de kendini koruyor ama insanları bir nevi düşmanlaştırararak, insanla kuracağı ilişkinin iyicil taraflarından da kendisini izole ederek.

İtalya’da insanların sokağa çıkamadıklarından dolayı balkonlarda müzik yaptığı görüntüleri görmüşsünüzdür. Ah balkonlar! Evlerin nefes alan kısımları. Dışarıyla ilişki kurmamızı sağlayan, içeriden dışarıya, yani “öteki”ne açılan havadar bağlantımız. (Balkon hassasiyetimi bilen bilir, “Balkonları Koruma ve Yaşatma Derneği” başlıklı bir yazı yazmışlığım bile var. ) Neyse burada konumuz balkonlar değil. Birileri İtalya’daki bu durumu fazla romantik buldu, çünkü illa felaket tellallığı yapmak gerekiyormuş gibi… İnsanların balkonlarda müzik yapması sanatın iyileştiriciliğine harika bir örnek sunarken orada benim en çok dikkatimi çeken şey, insanın insana duyduğu ihtiyaçtı. Çünkü insan, insanla yaşar. İnsanın ilişkilenme arzusu, betonu delen bitkiler gibi kendisine hep bir yol bulur diye düşündüm. Sanat da ancak insanla, ilişkiyle anlamlanıyor. Sonuçta herkes müziğini içeride kendi kendine de yapabilirdi, muhtemelen yapmıştır da ama onun yetmediği yerde işte balkonlarda buluşuldu, müzik ötekine sunuldu.

Hiç olmadığı kadar dışarıdan içeriye, evlere döndüğümüz bir dönem. Evler kimi zaman genişliyor, kimi zaman dar geliyor bu süreçte. Kendimize istesek de istemesek de çarpıyoruz, üstelik sanırım bu sefer kendimizden başka kaçacak yerimiz de yok. Bazılarımız çok zorlanıyor biliyorum. Evde “duramayan”, kendisinden bir şeytan yaratıp onunla evde tıkılı kalan, boşluğa düşen, canı sıkılan… “Ne zormuş insanın kendiyle kalması” diyorlar, “ne kadar çok dışarıdaymışız.” Tek başına kalabilme kapasitemizi kullanmamıza en çok ihtiyacımız olan bu günlerde belki kendimizden bir şeytan değil de dost yaratmayı başarabiliriz. Wilhelm Schmid, Kendiyle Dost Olmak kitabının önsözünde şöyle der; “Kendiyle dost olan bir Ben, kendisini daha çekilir bir dünya için uğraşmanın hareket noktası olarak seçmiş olur, bu dünya narsisizmin daha düşük, insani cazibenin daha yüksek oluşuyla temayüz edecektir. Benlik, ebediyen dışsal iyileşmeleri beklemesi gerekmeden, hemencecik kendisiyle uğraşmaya koyulabilir. Kendi kendisiyle ilişkisini değiştirerek, evvela günbegün içinde yaşadığı dünyayı iyileştirebildiğinin kanıtını koyabilecektir önüne. Sonra, kendiyle dost olmak, Ben’den Biz’e varmanın bir yolu olduğunu gösterir, böylece benlik başkalarıyla tasvibe değer bir toplumsal çevrede yaşayabilir. ”

Dışsal temas eksikliği içsel temaslara neden oluyor en çok. Nasıl ki herhangi bir duyu organımızdaki aksama diğer duyuların daha aktif olmasına yol açıyorsa… Orada neler var apaçık görmeye başlıyoruz, bazen gördüklerimizle baş etmek çok da kolay olmuyor. Ama yine de fiziksel temasın azalması hem kendimizle hem de ötekiyle ruhsal temasın artması için böylelikle daha derinlikli ilişkiler kurmak için bir vesile olabilir mi dersiniz? Olursa ne güzel olur. Virüse temas öldürebilir ama duygularımıza temas etmek öldürmez hatta yaşatır.

Kaygı bozukluğuna gebe olan şu günlerde zihnimizi bilgi kirliliğinden korumanın en az elimizi yıkamak kadar hayati bir önem taşıdığını düşünüyorum. Ve dilimizi korkak alıştırmayıp bazı ezberleri bozmanın da önemine inanıyorum… Dili kullanma biçimimiz yaşayışımızı da belirliyor çünkü. Örneğin ben bu süreçte karantina yerine “inziva”, eve kapanmak yerine “içe dönmek”, ev hapsi yerine “ötekini korumak” ifadelerini kullanmayı tercih ediyorum. Bazı kelimeleri, yaşantıları yeniden çerçevelemeye hiç olmadığı kadar ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

Rutinlerimiz, alışkanlıklarımız çoktan değişti. Teknoloji hiç bu kadar kurtarıcı olmamıştı, onun nimetlerinden tam da şimdi yararlanma zamanı. Küçücük odalardan kepengi indirilen dünyaya bağlanıyoruz. Psikoterapi seansları, seminerler online sisteme geçti. Birçok kültür-sanat faaliyetine, yoga-meditasyon derslerine internet üzerinden ulaşılabiliyor. Birçok dünya orkestrası arşivini açmış durumda. İnternette canlı yayın yapanlar, masal, öykü okuyanlar, konser verenler var. İyileşen kişilerin sayısı azımsanmayacak kadar fazla. Bunlar az şeyler değil. Olmayanı evet görelim ama olanı da görmeye çok ihtiyacımız var.

1592’de Londra’daki veba salgını nedeniyle tiyatrolar iki yıl kapalı kalmıştı. Bu dönemde oyuncular şehir dışına turnelere çıktıklarından oyun yazarları da işsizdi. Shakespeare’in Venüs ile Adonis’i, Lucretia’nın Kaçırılmasını bu dönemde yazdığı söylenir. Birçok yazarın hapishanelerde yazdığı binlerce kitap, şairlerin unutulmaz şiirleri… Unutmayalım ki bazı boşluklar, sıkıntılar yaratıcılığı son derece pekiştiren güçte oluyorlar.

Bu sürecin sonunda ne dünya ne de bizler eskisi gibi olacağız. Toplu bir yas dönemine gireceğiz belli ki… Ama biliyoruz ki büyük dönüşümler hep böyle başlar.

Bu evde olma halinin kendimizle dost olmayı sağlamasını can-ı gönülden diliyorum, sonrasında da dost kalabilmeyi elbette… Çünkü bu zor zamanlara ancak kendimizle dost olursak katlanabileceğimizi düşünüyorum. Yine Wilhelm Schmid’in dediği gibi “Kendiyle dost olma fikri, kendini bitmiş tükenmiş hisseden herkesi yüreklendirebilir. Benlikleri bir yaraya dönüşmüş, başkaları tarafından, hayat tarafından, kötü şartlar tarafından kırılmış olanlara merhem olabilir. ”

Yazının başında demiştim ya her şey çok hızlı bulaşıyor diye, bu sadece virüs, kaygı, korku için değil ilham, umut, nezaket için de geçerli. Birbirimize destek olacaksak iyicil şeyleri bulaştırarak olacağız, incelikleri hatırlayarak… Bu süreçte buna azami ölçüde dikkat etmek belki de önemli bir sorumluluk.

Ha bir de enginar mevsimi geldi, ağaçlar çiçekleniyor, havalar ısınıyor. Kedilerin kafalarının bi dünya olmasına ramak kaldı. Ama lütfen azıcık daha ev, azıcık daha sabır…

(Yazının sonunda romantik oluştan kendimi alamadım, kimse kusura bakmasın artık. )


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.