YAZARLAR

Korona günlerinde James Bond!

Ona her bölümde, özel silahlarla güçlendirilmiş lüks bir spor araba verilir. Bu araba markaları zaman içerisinde değişiklik gösterse Bond’un ‘öz’ markası tartışmasız Aston Martin’dir. Bu lüks arabalar sadece Bond’un ‘klas’ duruşunu ve etkileyici ‘imajını’ tamamlamaz, aynı zamanda başkahramanın hedonist, snob, hafif arsız, biraz çocuksu yanını da güçlendirir.

Muhtemelen Daniel Craig’i, efsanevi ajan James Bond rolünde son defa izleyeceğimiz ‘No Time To Die’ filminin de vizyon tarihi, daha birçok sinema yapımı gibi, şu anda tüm dünyayı tehdit eden ‘koronavirüs’ salgınının etkisiyle ertelendi. İlkbahar aylarında beklerken, (duruma göre değişebilir) büyük ihtimalle sonbahar aylarında buluşacağımız (David Niven’in başrolünü oynadığı, 1967 yapımı ‘Casino Royale’i saymazsak!) bu 26. James Bond filmi, kuşkusuz hem Bond hayranı sinemaseverler, hem de serinin zaman içinde yaşadığı değişimleri, ‘güncellemeleri’, ‘modernize etme’ çabalarını, zamana uyma gibi eylemlerini gözlemlemek isteyen seyirciler açısından merak uyandıran bir yapım…

Filmi, en azından beyaz perdede görmemizin, birkaç ayı alacağını düşünürsek, mecburen eve kapandığımız şu günlerde, şu ana kadarki Bond filmlerinde beklentilerimizin ne kadar karşılandığını, hangi şaşırtan dönüşümlerin yaşandığını, hangilerinin yerli yerinde durduğunu tekrar değerlendirmek ve bu yeni Bond filmi hakkındaki öngörülerimizi daha ayrıntılı bir hale dönüştürmek için serinin bazı filmlerindeki göze çarpan noktalara bakalım:

BENİM DAYANILMAZ CAZİBEM…

Bilindiği gibi James Bond her zaman yakışıklı, atletik ve nerdeyse her türlü dövüş sanatı ve sporda (hatta extreme sporlar da dahil!) çok üst düzey beceriye sahip bir İngiliz ajandır. Bütün bu özelliklerin yanında tabii Bond aynı zamanda adeta bir güzel kadın ‘mıknatısıdır’ ve serinin her bölümünde en az birkaç kadınla yatağa girer veya en azından öpüşür… Bu kadın karakterlerden bazıları şöyle bir görünür, genelde Bond’la bir gece geçirdikten sonra filmin geri kalan kısmında pek görünmezler… Ancak bunların dışında bir ‘esas’ güzel ve iyi kadın, bir de ‘esas’ güzel ve kötü kadın vardır ki bunlar hikayeye ciddi anlamda şekil verebilirler…

‘Esas’ güzel kadın genelde Bond’la karşılaştığı anda kendini ‘onun kollarına atmaz!’, belli bir ilgi duysa da hikaye ilerledikçe yakınlaşmaya başlar ve finalde Bond’un yanında ‘kalan’ (en azından bir dahaki bölüme kadar!) kadın karakter olur.

‘Esas’ kötü kadın ise ‘iyiye’ göre çok daha ateşli, dövüşmeye daha yatkın, daha dengesiz ve tabii ki daha tehlikeli olur. Bu türdeki kadınlar aslında belki de Bond’un en büyük rakibidir; çünkü nasıl Bond birçok kadını bir ‘seks’ objesi, ‘hoşça zaman geçirilecek’ biri gibi görüyorsa, bu kötü kadınlar da ‘cinsel’ anlamda Bond’la oynarlar, ona bile sert gelebilecek fantezilere zorlarlar hatta ateşli bir sevişmeden hemen sonra onu öldürmeye bile kalkışırlar! Kısaca onlar da, bir şekilde Bond’u, onun diğer kadınları kullandığı gibi ‘kullanırlar!’… Bond’la (özellikle cinsel anlamda) cilveleşen bu kadınların filmin finalinde akıbetleri genelde trajik olur.

GÜZEL DEYİP GEÇMEYELİM…

Her ne kadar James Bond’u ve dolayısıyla Sean Connery’yi dünyaya tanıtan ilk James Bond filmi ‘Dr No’ da rol alan Ursula Andress sonrasında dünya çapında bir yıldıza dönüşse de serinin diğer bölümlerindeki (iyi!) kadın başkarakterler biraz düz, özelliksiz ve güzelliği dışında çok belirgin bir yanı göze çarpmayan bir şekilde resmedilmiştir. Bazılarının çok başarılı bilim insanları, profesyonel sporcular ve zeki insanlar olduğu film içerisinde dile getirilse de genelde başkahramanın yanında takılırlar ve onların ‘hayatlarını adadıkları’ birçok şeyi Bond biraz zorlanarak ama çok ciddi bir sorun yaşamadan yapabilir!

Bu ‘gidişat’ özellikle Pierce Brosnan’ın seriye gelmesiyle değişmeye başlamıştır. Özellikle ‘The World Is Not Enough’taki (1999) ‘Elektra’ (Sophie Marceau) veya ‘Die Another Day’deki (2002) Jinx (Halle Berry) karakterleri, güzel olduğu kadar, kendi ayakları üzerinde duran, Bond’la rekabet edebilecek düzeyde kişilikli, hikayeye renk değil yön veren yan karakterlerdir. Zaten zeka ‘ışıltıları’ vermeye başlamış kadın karakterler, Wai Lin’le (‘Tomorrow Never Dies’(1997)) uzakdoğu dövüş sanatlarında veya Jinx karakteriyle dalış-atlama ve zıplama gibi akrobatik eylemlerde ‘uzman’ olmuş, yani fiziksel açıdan da çok güçlü bir hale dönüşürler… Son James Bond Daniel Craig ise bu ‘dönüşümü’ bambaşka bir boyuta taşımıştır.

BENİM ‘CİCİ’ SİLAHIM!

İngiliz Gizli Servisi'nin, teknik departman başı, yaşlı Q’nun James Bond’a verdiği ‘gizli’ silahlar, çok uzun süredir Bond filmlerinin ve kahramanının ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Lazer ışınlı saatler, asit taşıyan dolma kalemler veya herhangi bir camı parçalayabilecek düzeyde ses dalgası yayan yüzükler gibi ufak objelerden başlayıp denizaltıya (!) dönüşen, spor arabalardan uçmaya yarayan tek kişilik tüp takımlarına kadar değişik, uçuk buluşlarla donatılan Bond, bunları filmin en kritik zamanlarında kullanır. Bir de tabii ona her bölümde, özel silahlarla güçlendirilmiş lüks bir spor araba verilir. Bu araba markaları zaman içerisinde değişiklik gösterse Bond’un ‘öz’ markası tartışmasız Aston Martin’dir.

Bu lüks arabalar sadece Bond’un  ‘klas’ duruşunu ve etkileyici ‘imajını’ tamamlamaz, aynı zamanda başkahramanın hedonist, snob, hafif arsız, biraz çocuksu (çoğunlukla lüks arabalarını hurdaya çevirir!) yanını da güçlendirir. Aslında erkek kahramanların diğer aksiyon filmlerinde elde etmek istediği önemli öğelerden arabayı kullanıp kırar, tavladığı kızla bir gece geçirip tüyer, etkileyici tabanca veya silahını genelde bir yerde kaybeder.

Araba açısından olmasa da ‘gizli’ silahlardaki bolluk, Q’nun emekliye ayrılması ve Daniel Craig’in seriye gelmesiyle yavaşlar, hatta durma noktasına gelir. Son James Bond filmlerinden biri olan ‘Skyfall’da yeni ve çok genç bir ‘Q’ ona sadece, diğer silahların yanında oldukça sönük kalan ‘kişiye özel bir tabanca’ verir ve bu durumu Bond bile biraz hayal kırıklığıyla karşılar. Bu, aynı zamanda bizce Bond’un sanki ‘olgunluk’ kazanmak istememesine, hala ‘eski güzel günlerdeki’ gibi kendine en sıkışık anlarda yardımcı olabilecek bir ‘oyuncağa’ (gadget’ye) sahip olma ihtiyacına bağlıdır. Bir bakıma Bond büyümek istemez, hep o arsız ve şımarık havasını koruma çabasındadır. Bu nedenden Craig’in başrolünde oynadığı Bond’lar çok daha gerçekçi, duygusal ve serttir.

TEK KADIN AŞKI…

Daha önce değindiğimiz gibi ‘Bond kızları’ James Bond filmlerinin ‘olmazsa olmazıdır’. Bazıları zaman zaman ön plana çıksa da, bir filmde en az iki güzel kadının Bond’la bir gece geçirmesini bekleriz.

Bu açıdan en beklenmedik ‘şoku’, ilk kez, George Lazenby’nin oynadığı Bond’un ‘On Her Majesty’s Secret Service’ (1969) filminde evlenmesiyle (!) yaşarız. James Bond kadar çapkın ve bir kadına bağlanmaktan nefret edebilecek bir karakterin hayranlarına karşı bu ‘ihaneti’ henüz balayında eşinin öldürülmesiyle sonlanır. Bond, çok sonra bir bölümde bu konu açılınca (o dönem Timothy Dalton oynuyordu!) hemen konuyu değiştirir ve içinde onarılmaz bir yara olduğunu anlarız. Ancak ne Lazenby (sadece bir kez) ne de Timothy Dalton (iki kez) pek beğenilmeyen Bond oyuncuları oldukları için bu trajik ‘geçmiş’ serinin bütününde önemli bir yer tutmaz…

Bunun yanında ‘Casino Royale’ (2006) ile başlayan Craig döneminde, kahraman yine arada ufak kaçamaklar yapsa da, beklenmedik şekilde sadece bir kadına aşıktır ve hayatında onun için her türlü fedakarlığı yapmakta hatta canını bile ortaya koymakta tereddüt etmez. ‘Casino Royal’deki Vesper (Eva Green) veya ‘Quantum Of Solace’deki (2008) Camille Montes (Olga Kurylenko) karakterleri Bond’un gerçekten ‘kalpten’ bağlı olduğu kadınlardır. Hatta ‘Quantum…’ filmindeki Camille karakterini ünlü felsefeci Zizek ‘post-modern bir Bond kızı’ olarak bulmuş ve filmde Bond’un onunla bir kere bile yatmamasının bunu desteklediğini söylemişti… Bu, gerçekten pek Bond filmlerinde karşılaştığımız bir olay değildir!

AKLIN VE KASIN BİRLİKTELİĞİ

Bilindiği gibi Bond filmlerinde, kahramanımızın baş düşmanı olacak ‘kötü adam,’ genelde çok zengin, çok etkili, arkasında nerdeyse bir ordu saklayan ve dünyada kaos veya hakimiyet kurmak isteyen bir karakterdir. Ancak filmin ‘baş düşmanı’ her ne kadar bu adam olsa da, çoğunlukla fiziksel olarak Bond’u zorlayacak yaşta ve formda değildir. Bu adamlar da kuşkusuz layığını bulurlar ve Bond tarafından cezalandırılırlar ancak Bond, asıl yumruk yumruğa, sağlam ve şiddetli dövüşünü bu kötü adamların sağ kolu olan ‘yaverleri’ ile yapar. Onlar da genelde çok dayanıklı, acı eşiği çok yüksek ve çok güçlü adamlardır ve Bond’u bayağı zorlarlar. ‘Dr No’ ve ‘The World Is Not Enough’taki Renard karakterleri dışında fiziksel olarak çok güçlü olmayan baş düşmanlar, planlarını bozan Bond’a ‘akıl’ yönünden, onların korumaları ise ‘kas gücüyle’ mağlup olurlar…

Baş kötü adam ve onun sağ kolu ‘ayrımını’ taşımayan ender Bond filmlerinden biri olan ‘Skyfall’da, Raoul Silva’yı eşsiz bir şekilde canlandıran Javier Bardem, önemsiz gibi görülse de, bizce hoş bir ironiyle karakterine ekstra bir derinlik katar. Filmde Bond’la ilk karşılaştığında, Bond bir sandalyeye bağlıdır ve Silva ona yavaş yavaş yaklaşıp, başarısızlığa uğrayacağını söyledikten sonra, hiç beklenmedik şekilde Bond’un başına ve göğsüne doğru ‘eşcinsel’ çağrışımlı sayılabilecek, okşamalar ve dokunuşlar yapar. Ancak bizce, burada anlam çok farklıdır: Bu sekansta Silva aslında Bond’un ne kadar yüzeysel biri olduğunun ve ‘boşa’ çalıştığının altını çizmektedir ve bu dokunuşlar da onun hayatındaki kadınlara sadece ‘obje’ gibi bakmasına gönderme yapan ve onun bu tavrıyla alay eden eylemlerdir.

Bütün bu hatırlatmalar ışığında nasıl bir Bond gelecek? Gerçekten merak ediyoruz… Acaba tekrar değişimler görecek miyiz veya bazı klasik şablonlar asla yerinden oynamayacak mı? Her ne kadar son James Bond (Spectre) biraz beklentimizin altında kalmış olsa da bizce sadece Craig’in son bir Bond performansı için bile beklemeye değer…


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .