YAZARLAR

Gelecek: Beklentisizlik ve kıyamet arasında

Beklentisizlik ve kıyamet arasında gezinirken karşı karşıya kaldığımız pandemi, dünyaya ilişkin ortaklıklarımızı hatırlatıverdi. Hayır, yanlış anlaşılmasın birçok kişi gibi zenginler ve yoksulları eşitleyen bir Tanrı, yöneten ve yönetileni aynı anda etkileyen demokratik bir özne olarak görmüyorum salgını. Aksine, başımıza gelen yeni bir şey olarak görüyorum.

Türkiye’de özellikle otuz yaşın altındaki insanlar arasında yaygın olarak dolaşımda olan bir soru var. Başımıza daha ne gelebilir ki? Bu soruya itiraz edenlerin uyarısı daha da güçlü, “Artık sormayın, bunun bir sınırı olmadığını anlamadınız mı?” Bu sorular, bir kuşağın yaşam deneyiminin doğrudan göstergesi olarak işliyor. Başına kötü şeyler, bazen de iyi şeyler gelen bir kuşak. Modern siyasal düşüncenin kökeninde yatan ve Machiavelli’nin talih tanrıçasının başa getirdiklerine yön verme kapasitesine sahip erdem kavrayışında en iyi ifadesini bulan özneleşmenin olabildiğince aşındırıldığı bir çağda, başa gelen çekiliyor. Beklentisiz bir evrende, bekliyoruz.

50 YIL ÖNCE, GELECEĞE İLİŞKİN

Hannah Arendt, 1969-70 yıllarında kaleme aldığı Şiddet Üzerine adlı metinde otuz yaş altındaki kuşak için şunları yazmıştı: “Bu genç kuşağın herhangi bir üyesine şu iki soruyu sorun. Dünyanın elli yıl içinde nasıl olmasını istersiniz? Kendi yaşamınızın beş yıl içerisinde nasıl olmasını istersiniz? Yanıtlar genellikle şöyle başlayacaktır: Eğer hâlâ dünya diye bir yerin var olacağını kabul edersek… ve hâlâ yaşıyor olursak… (1)

Bu yanıtları vermesi beklenen kuşak, İkinci Dünya Savaşı sırasında veya hemen sonrasında doğmuş, savaşın hemen ardından gelen kapitalizmin altın çağı içinde yaşamış, yaşam deneyimi bu biçimde şekilleniş bir kuşak. Bugün 70’li yaşlarındalar. Ütopyalar ve kıyamet arasında, Hobsbawm’ın kavramıyla aşırılıklar çağının son çeyreğinde gençliklerini yaşadılar. Geleceğe ilişkin beklentileri de böyle şekillendi. Bugüne denk düşecek biçimde, dünyanın elli yıl sonra hâlâ var olup olmayacağından ve kendilerinin normal şekilde yaşlanıp yaşlanmayacaklarından endişelendiler.

Geleceğe ilişkin bu endişe, aşırılıklar çağının ütopyacı niteliğinin ortadan kalktığı, siyasal olarak konuşabilme, geleceğin inşasında özneleşme iddiasının yitirildiği bir çağda artık endişe olmaktan çıktı. Çünkü başka bir yol üzerine düşünmek ve endişeyi gidermek üzere harekete geçmek endişeye içkindir. 1990 sonrası dünya, artık dünyaya ilişkin endişelerden ziyade bireylerin kişisel yaşamlarında başına gelenler ve kişisel var olma çabalarıyla ilişkilidir artık. Dünya belki de elli yıl önce akranlarımızın öngördüğü gibi yok oldu. En azından fikir ve eylemlerimizle dönüştürebileceğimiz bir dünya kavrayışımız yok artık, lütuflar ve cezalar arasında ortak geleceğe ilişkin beklentisiz ama kişisel hayatlarımızda tamahkar bir çağı deneyimliyoruz. Dünyaya ilişkin seküler “büyük beklentiler” yitirildikçe, talih tanrıçasına yön verecek erdem geri çekildikçe, modern akıl sahneyi terk ettikçe yerini özellikle gücünü örgütlenmiş dini bürokrasilerden alan bilim ve akıldışı başka bir gelecek fikrine bırakıyor. Başımıza gelen lütuf ve cezalar, büyük karşılığını dünya ötesine ilişkin beklentilerde buluyor. Dinin bu biçimde geri gelişi ve dini kavramlara bürünmüş emperyalist çıkarların yarattığı din savaşlarının bununla ilgisini kurmak güç değil.

BİR PANDEMİ DENEYİMİNİN BAŞLARINDA POLİTİKA

Beklentisizlik ve kıyamet arasında gezinirken karşı karşıya kaldığımız pandemi, dünyaya ilişkin ortaklıklarımızı hatırlatıverdi. Hayır, yanlış anlaşılmasın birçok kişi gibi zenginler ve yoksulları eşitleyen bir Tanrı, yöneten ve yönetileni aynı anda etkileyen demokratik bir özne olarak görmüyorum salgını. Aksine, başımıza gelen yeni bir şey olarak görüyorum. Fakat farklı bir şey. Elbette ki zengin ve yoksul, yöneten ve yönetilen, işçi ve sermayedarı eşitlemeyecek, kriz kapitalizm için yeni fırsatları yeni sömürü araçlarını da yaratacak. Her başka krizde olduğu gibi. Fakat evlerine, kendilerine çekilen, dünyanın geri çevrilmesi imkansız görünen yüksek hızını evlerinde yavaşlatabildiğini gören “büyük insanlığın” dünyaya ilişkin duygularını etkileyeceği kaçınılmaz. Belki dünya ekonomisinde orta vadede yaratacağı etkiyle kıyaslanabilir değil, ama uzun vadede dünyaya ilişkin, ortak bir evrene ve eyleme ilişkin düşüncenin filizlerinin atılabileceği bir ortamı oluşturabilecek sosyal mesafe uzun zamandır ilk defa bu kadar kısaldı.

Siyasal özneleşme, evrenselci bir fikri dile getirmekten duyulan korkuyu aşma yönüne kısalan bu mesafenin büyük bir önemi olduğu kanısındayım. Çünkü dünya üzerine düşünmenin ve eylemenin çeşitli dinlerin tanrılarına, o tanrıların söylediklerini vazettiklerini iddia edenlere ya da devlet başkanlarına bırakılamayacak kadar önemli olduğu kısa bir sürede ortaya çıktı.

(1) Hannah Arendt, Şiddet Üzerine, çev. Bülent Peker, İletişim Yayınları, 2006.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.