YAZARLAR

Test yok, teşhis yok, salgın yok!

Bakanlık, yurt dışından dönenlerin kendilerini 14 gün boyunca evlerinde izole etmelerini istedi. Yani uçaktan inip, başka bir şehirde yaşıyorlarsa iç hatlara geçip, toplu taşıma araçlarına binerek ellerini kollarını sallayarak evlerine gittiler. Eğer yalnız yaşamıyorlarsa, evde bulunan, işe gidip gelen, alışverişe, markete giden, aynı mutfağı, tuvaleti, banyoyu kullandıkları diğer insanların yanına.

Başından beri, haber bültenlerinde, hiçbiri konunun uzmanı olmayan beş- altı erkeğin çoğu kulaktan dolma bilgiler ve ırkçı mesajları bilimsel gerçeklermiş gibi bol keseden saçtığı tartışma programlarında, basılı veya internet üzerinden okuyucuya ulaşan yandaş gazetelerin ise manşetlerinde ve köşelerinde Sağlık Bakanlığı’nın korona virüsü krizi karşısında zamanında ve çok yerinde önlemler aldığından söz ediliyor. Hatta bunlardan biri dün “Salgını durdurduk virüsü yeneceğiz” manşetiyle çıkmıştı. Manşetin altında Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya gibi dünyanın bütün gelişmiş ülkelerinin korona virüsü illetine teslim olduğunu, Türkiye’de ise devletin daha virüs ilk çıktığı anda seferberlik niteliğinde tedbirler almak yoluyla salgını durdurduğunu yazıyordu. Bir başkasının sayfalarında ise, Türkiye’de erken alınan önlemler sayesinde virüsle mücadelede 90 gün kazanıldığından söz ediliyordu.

Bakanlığın Türkiye’de ilk tespit edilen korona virüsü vakası ile ilgili açıklaması, hatırlayacaksınız, manidar bir zamanlamayla Ali Babacan’ın DEVA Partisi’nin tanıtımını yapacağı toplantının hemen öncesinde, sabaha karşı yapıldı. Babacan, aylardır hazırlığını yaptığı partinin tanıtım toplantısının zamanını ve yerini neredeyse son dakikaya kadar kamuoyunun dikkatinden saklamayı başarmıştı. Böylece, belki de anlık bir gündem manipülasyonunun önüne geçmeye çalışıyordu. İşte o gece, sabaha karşı bakanın yaptığı ilk korona virüsü vakasının görüldüğü açıklamasıyla, beklendiği şekilde gündem değişti. Kolay mı, herkesin günlerdir hastalık bölgelerinin kırmızı ile işaretlendiği dünya haritasında yemyeşil parlayan bu yarımadaya bakıp birbirine sorduğu “Tüm komşularında hastalık görülmüşken Türkiye’de nasıl yok?” sorusuna Türk geni, kelle paça çorbası, dut pekmezi ve Türk’e bir şey olmaz dışında bir yanıt, hem de en yetkili ağızdan verilmişti. Virüs, bir süre etrafını dolaştığı Türkiye’ye nihayet İtalya’dan gelen bir yolcu aracılığıyla girmişti. Bakan, daha sonra bu açıklamayı gece yarısı yapmasının sebebini de şeffaflık gereği ile açıklamış, yani virüsle ilgili tüm gelişmeleri şeffaf biçimde kamuoyuna duyurdukları için bu gece yarısı açıklamasını yaptıklarını söylemişti. Ancak aynı bakan, hasta mahremiyetini gerekçe göstererek, virüs tespit edilen kişinin hangi şehirde yaşadığını söylemiyordu. Böylece, bu yolcu uçakla İstanbul’a indikten sonra iç hatları kullanmış mı, hangi uçakla hangi ile gitmiş, havaalanından evine giderken toplu taşımayı kullanmış mı, kendisine teşhis konulana kadar kimlerle, ne kadar süreyle temasta bulunmuş gibi sayısız soru da yanıtsız bırakılmış oluyordu.

Bakan bir yandan her yerde tedbirli davranılmasının, kalabalık ortamlara girilmemesinin öneminden söz eder ve hijyen koşullarına uymanın ne denli gerekli olduğunu anlatırken bir yandan da virüsle mücadelede kamuoyunda panik havası yaratan ancak herkesin ne denli gerekli olduğu konusunda uzlaştığı radikal önlemler alınmaya devam ediyordu. Perşembe günü okulların hafta başından itibaren tatil edileceği, Cuma günü ise birçok Avrupa ülkesinden Türkiye’ye uçuşların durdurulduğu açıklandı. Böylece, hükümetin korona virüsüyle mücadele konusunu ne denli ciddiye aldığı ve bunun için gereken her önlemi almaktan geri durmadığı konusunda içimize bir kez daha su serpilmiş oldu. Sağlık Bakanı ve bu amaçla oluşturulan bilim kurulu canla başla çalışıyor, ne olursa olsun gereken her önlemi almaktan geri durmuyordu.

Bu sırada, üniversiteler de tatil edildiği için öğrenciler otogarlara akın ettiler. Ailelerinin yaşadığı şehre dönmeye çalışan binlerce öğrenci, hiçbir tedbir alınmaksızın otogarlara yığıldı. Yurt dışındakiler, muhtemelen Türkiye’ye kalkan son uçakta yer bulabilmek için çabaladılar. Dönebilen döndü. Bakanlık, yurt dışından dönenlerin kendilerini 14 gün boyunca evlerinde izole etmelerini istedi. Yani uçaktan inip, başka bir şehirde yaşıyorlarsa iç hatlara geçip, toplu taşıma araçlarına binerek ellerini kollarını sallayarak evlerine gittiler. Eğer yalnız yaşamıyorlarsa, evde bulunan, işe gidip gelen, alışverişe, markete giden, aynı mutfağı, tuvaleti, banyoyu kullandıkları diğer insanların yanına.

Cuma günü yaptığı açıklamada Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş 21 bin civarında umre ziyaretçisinin halen Suudi Arabistan’da bulunduğunu, 15 Mart itibariyle tamamının ülkemize dönmüş olacağını söylüyordu. Pazar sabaha karşı Twitter hesabından yaptığı açıklamada ise son 5 bin 300 kişinin de Pazar günü dönmüş olacağını belirtti ve Umre ziyaretinden dönen vatandaşların 14 gün boyunca evlerinden çıkmamaları, ziyaretçi kabul etmemeleri gereğini, “Bu bir kul hakkıdır” uyarısıyla birlikte hatırlattı. Bu açıklamalardan anladığımız, basit bir matematik hesabıyla şuydu: 15 bin 700 kişi, Cuma ve Cumartesi günü umreden dönmüş, iç hatlara geçmiş, uçaklara binmiş, yine yukarıdaki paragrafta anlattığım şekilde evlerine ulaşmış olacaktı. Bu arada, umreden dönen bir kişide virüs tespit edilince, Cumartesi gecesi ve Pazar günü dönecek olanlar için ani bir karantina kararı alınarak yine sabaha karşı yapılan bir operasyonla Ankara ve Konya’da yurtlar boşaltılarak yaklaşık 10 bin kişilik yer ayarlanmış oldu. Demek ki 15 bin değil ama 11 bin kişi, çoktan havaalanlarında sevenlerince karşılanmış, evlerine varmışlardı. Dış hatlardan giriş yaparken bunların ateşlerinin ölçüldüğüne dair görüntüler yayınlanıyordu. Ancak virüsü taşıyıp henüz ateş belirtisi göstermeyenlerin nasıl tespit edildiğine dair bir bilgi yoktu. Nitekim, sosyal medyada yazılanlara bakılırsa, umreden gelen bu yolcular iç hatlarda diğer yolcularla birlikte taşınıyor, hatta uçak içinde saatlerce bekletildikten sonra, aralarında sürekli öksürenlerin de olduğu tüm yolcuların öylece gitmelerine izin veriliyordu.

Bütün bunlar böyle herkesin gözü önünde olup biterken, insanın aklına ister istemez, virüsle mücadele konusunda aldığı radikal önlemlerle ne denli başarılı olduğunu tüm dünyaya ilan eden Bakanlık ve Bilim Kurulu’nun mutlaka bu konuda da bir önlem almış olması gerektiği geliyor. Öyle değil mi ama? Okulları tatil eden, yurt dışı uçuşları iptal eden, alışveriş merkezlerinin açılış kapanış saatlerini düzenleyip mesai saatleri içinde hasta ziyaretini yasaklayan, bütün bunları yaparken üstelik hasta mahremiyetini koruma konusunda da son derece hassas davranabilen yöneticilerden söz ediyoruz. Bunlar, Diyanet İşleri Bakanlığı’nın da “kul hakkı” desteğiyle çoktan evlerine varmış olan umrecilere kendilerini izole etmelerini ve ziyaretçi kabul etmemelerini salık vermenin ötesinde bir şeyler de yapmış olmalılar. En azından virüs taşıyıp taşımadıklarını tespit etmek üzere yurt dışından giriş yapanlara test yapmışlardır diye düşünüyor insan. Nihayetinde, eğer giriş sırasında bir test yapılmadıysa da yurt dışından gelenler kendilerinden şüphelendikleri anda en yakın sağlık kuruluşuna giderek test için örnek verebilirler. Böylece, eğer virüs taşıyorlarsa en kısa sürede önlem alınıp hastalığın daha çok kişiye bulaşmasının önüne geçilebilir.

Tabii eğer Sağlık Bakanlığı’nın yetkilendirdiği ve tüm Türkiye’de sayısının 3’ten 6’ya çıkarıldığını açıkladığı laboratuvarların elinde yeterli sayıda test varsa. Vardır, değil mi? Mutlaka, haftalar öncesinden gereken önlemler alınmış, bu testi üretebilen dünyadaki 4 ülkeden biri olunduğuyla övünen Bilim Kurulu, önceden belli olan bu tarihte umreden dönüş yapacak olan yirmi bir bin kişi de dahil olmak üzere, şüpheli görülenleri test etmeye yetecek kadar materyal üretmiş, depolamıştır.

Bir sosyal bilimci olarak pek de alanıma girmeyen bu konuda, basit bir akıl yürütmeyle ve belki de çaresizlikten, insani bir zaafla bu ülkede bazen iyi şeylerin de yapılabildiğine inanmak istediğimden, vardığım sonuç bu olmalıydı.

Oysaki Bilim Kurulu Üyesi Alpay Azap, cumartesi günü Hürriyet’e yaptığı açıklamada acı gerçeği tüm çıplaklığıyla yüzümüze vuruyordu: “Geçen haftaya kadar Türkiye’de hastalık görülmediği için primerleri yurt dışına satıyorduk. Ancak geçen haftadan itibaren vaka görüldüğü için artık göndermiyoruz. Türkiye’deki üretimin haftalık 2 bin primer hazırlama kapasitesi var. Ancak test sayılarını artırmaya çalışıyoruz.” Yani Bilim Kurulu Üyesi’nin ağzından şu anda Türkiye’de ne karantinaya alınan 10 bin kişiyi, ne şüpheli diğer vakaları tespit etmeye yetecek test stokunun bulunmadığını, mevcut üretim kapasitesiyle sadece bu 10 bin kişinin test edilmesinin bile beş hafta süreceğini öğrenmiş oluyorduk. Başka bir deyişle, İstanbul Tabip Odası Başkanı Pınar Saip’in açıklamasında da tespit ettiği gibi, test yoksa teşhis de, vak’a da yoktu. Bakanlığın korona ile mücadelesindeki başarısının sırrı burada yatıyor olsa gerek.


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.