YAZARLAR

Korona’ya karşı dua nasıl ilaç haline geldi?

Hasta da olsan sağlıklı da olsan hep yapman gereken tek şey vardı: Dua ve ibadet. Manevi kazanç hırsı insanları körleştirdi. Virüse veya hastalıklara karşı tek ilacın, tek silahın dua olduğuna inanıldığında duaya ihtiyaç bırakmayacak şekilde baştan virüsten sakınmak yerine akıl, mantık ve sebepleri atlayarak her şey için ve her şeyin yerine körü körüne ibadet yapmak doğru eylem halini aldı.

Korona virüsü tehlikesine karşı tedbir için Cuma namazlarının iptal edilmesi gerekir(di). Ama kolay kolay edilmez, edilmek istenmez. Sebebi basittir: İbadetler ve hatta dua amacından kopmuş kendi başına değer haline getirilmiştir. Virüs bulaşmasın diye Cuma namazına gitmemek yapılması gereken doğru davranış iken insanlar muhtemelen Cuma namazına gidecek yani bilfiil virüsün bulaşmasını mümkün kılıp neredeyse salgını teşvik edecekler. Sonra da üstüne oturup, ellerini açıp salgına karşı Allah’tan yardım dileyecekler.

Halbuki böyle bir durumda “duaya ihtiyaç bırakmamak” ve (hadi illa dua edilecekse) esbab dairesinde olan yani insanın kontrolünde olan bir şeyi yapmış olmayı duaya müracaattan daha öncelikli görmek, hadi onu da yapamıyorsak bu konuda fiili duanın camiye/cemaate gitmemek olduğunu bilmek gerekirdi. Ama din ve Diyanet, kaderin hakimiyet alanına her şeyi aldığı ve sebepler dairesini (yani doğayı, nedenselliği) erittiği için gidilecek tek adres dua ve ibadettir. (Bu anlayışa itirazın, dua ve ibadete itiraz olarak algılanıp tekfir edileceğini tahmin etmek zor değil).

Peki neden tedbir almak yerine dua ve ibadete yöneliyor insanlar? Çünkü diğer ibadetler gibi Cuma’ya gitmenin kendisi kendi başına bir değer halini almıştır. İşini bilen avam kısmı, pragmatist amaçlarla ibadetini yapıp belayı def etmek için ibadeti yapılacaklar listesine eklerken (salla başı, al maaşı), havas kısmı yani maneviyat sanayinin elitleri musibeti duanın/ibadetin sebebi olarak görecek kadar sığ olmamak için musibete ibadetin vakti muamelesi yapacaktır.

Açmaya çalışayım. Mesela, yağmur duasına niçin çıkılır? Yağmuru getirmek için değil yağmursuzluk zamanının duası olduğu için. Çünkü duanın yağmuru getirmediği, getirme garantisi vermediği mahcup bir hakikat olarak ortada olduğundan, yağmur duası, dua için bir mazerete, bir sebebe, bir takvime dönüştürülmüştür. Halbuki avam versiyonunda yağmur duası hâlâ yağmuru getirmek içindir. Fakat maneviyat eliti duanın kolay kolay aynıyla cevaplanmadığını ve her şeyi kendi takdir eden Allah’a sipariş vermenin edebe mugayir düşeceğini bilir. O sebeple ve nihayet alışveriş yapıyor duruma düşmemek için ibadetin ibadet için yapılması gerektiğini söyleyecek ve ibadeti bir amaca tabi bırakmayacaktır. Avam kadar bile dünya ile bağı kalmayan havasın teşvik ettiği dini anlayışın yol açacağı sonuç bellidir: Virüsün daha çok insana bulaşması. Ve öyle olduğunda buna kader denilecek. Her olay için konulan “Allah’ın takdiri” teşhisine kim itiraz edebilir? Kadere itiraz edilmez. (Allah adına devletin olaya el koyması, üst bir takdir olarak bahsimizden hariçtir).

Peki kader nedir? Bu anlayışta denebilir ki aşağı yukarı her şey kaderdir. Eskiden yapıp etmelerin elimizden gelmeyen kısımlarına kader denilirdi. Hatta eski çağlarda (halen izleri devam edecek şekilde) kader kavramının yerine felek kullanılırdı. Evet, o bildiğiniz “kahpe felek.” O da yıldızların dizilişi ilaahiri astrolojik semavilik manasında insanlara hükmeden göklerden gelen karar şeklinde anlaşılırdı. İstenen ve başarılan işleri kendi yapan insan, istenmeyen sonuçları feleğe fatura ederek öfkesine adres, acz ve fakrina ise teselli bulurdu. Zamanla kahpe feleğin yerini zalim kader aldı. Sonra da kadere zulm atfetmek Allah’a bir nevi isyan sayılacağından kaderine razı (kader kurbanı) olmak fazilet haline geldi. Nefsi menfaat için çaktırmadan çalışırken, dilinden kadercilik akan çoğu tarikat ve tasavvuf ehlinin dünyaya ve topluma karşı sorumsuzluğunun temelinde bu tarz bir kader anlayışı var. Kader, insanı kederden kurtarırken sorumluluktan da düşürdü.

Özetle ‘akılla işimiz olmaz, biz zevk insanıyız’ diyen bu tarikatların bu anlayışı aklı muhafaza iddiasındaki başka din yoldaşları için sorun olmaya devam etti. Eğer her şey kader ise insan neden sorumluydu? İnsana sorumluluk vermek için iradeye (cüz’ılık kaydıyla) kıldan ince bir yer açıldı. Zira insana eskisi gibi övüneceği başarılar değil, hep suçluluk hissedeceği başarısızlıkları devretmek için hukuken tabeladan bir şirket (ortaklık) ve kağıt üzerinde bir adres gerekliydi. Bütün iyilikler kaderden, bütün kötülükler insandan olmalıydı. Kaderin işgaline karşı, mağlubiyet ve vekalet bayrağı açıp teslim olmak isteyen insana bu sefer iradeden bir küçük toprak parçası (bir volta atma yeri, vehmi bir mülkiyet) verilerek sorumluluk üretildi. Böylece hiçbir iyiliğe sebep olamayacak kadar rüzgarın önünde bir yaprak ve her kötülükten sorumlu tutulacak kadar da ihtiyaca binaen özerk sayılan bir “kul” modeli geliştirildi. Hapisten çıkartılıp suç işletilen bir mahkumun meseli gibi.

Yani toparlarsak, insanın değiştiremeyeceği sonuçlar karşısında insana maziye nispetle teselli veren kader fikri zamanla şimdiyi ve geleceği işgal etti. Çünkü felek artık kahpe denilebilecek bir ruhlar-tanrılar operasyonu olmaktan çıkıp bütün kainata hükmeden kayyum bir yaratıcının tasarrufu halini aldı. “Kadere iman eden, kederden emin olur” prensibi gereğince, kadere teslim olmak her şeyin ilacı (en büyük torpil) halini aldı. Her konuda Allah’a vekalet verdiğini düşünen mu’min, “o zaman ben bir şey yapmayayım, her şeyi zaten Allah yapıyor” dediğinde ise ona “tevekkül”ü yanlış anladığı ve sebeplere müracaat (yani doğa kurallarını tanımak ve elinden geleni yapmak) gerektiği salık verildi. Kuşa deve, deveye de kuş talepleri ile gidildi.

İyilikleri yapamayan ve sadece kötülüklerin sorumlusu sayılan insanın, bu cendereden çıkış için önüne “ibadet” tüneli çıkartıldı. İbadet günahtan temizlenmenin ve cehennemden kurtulmanın yegane yolu oldu. İyilikler ve doğrular zaten kaderin işiydi. Sadece kötülük yapabilen (eksi puan biriktiren) insanın yapacağı en doğru şey sadece ebedi bir suçluluk duygusu içinde ibadet etmek (artı puan biriktirmek) olmalıydı.

Gelişen bu tehlikeli ve insan düşmanı ruhban kültürü, avamın pragmatizmine takılıp avama çok zarar veremedi. Fakat dini ciddiye alıp nefsine savaş açan maneviyat eliti (bunlar din tüccarları değil, onların anlattıkları hikayelere kanan safi kalplerdir) hayata sırtını dönmeyi en büyük fazilet olarak gördü ve ibadet bataklığına saplandı. Mesela, gerçek olmayan ama insanlarda suçluluk duygusunu pekiştirmek için kullanılan “kırk yıl yatsı abdesti ile sabah namazı kılan” mitik insan imgesi ibadeti fıtrata, hayata ve nihayet insana karşı tahrip gücü yüksek bir silaha çevirdi.

Batan dünya gemisinden kurtuluş fikri hakim olunca kurtuluşun yolu olarak görülen ibadet gemideki tek faaliyet olacaktı. Gemiyi düzeltmek boş bir uğraş oldu. Hatta geminin batmasını istemek kurtuluşun kendisi sayılmaya başlandı. Hasta da olsan sağlıklı da olsan hep yapman gereken tek şey vardı: Dua ve ibadet. Manevi kazanç hırsı insanları körleştirdi. Virüse veya hastalıklara karşı tek ilacın, tek silahın dua olduğuna inanıldığında duaya ihtiyaç bırakmayacak şekilde baştan virüsten sakınmak yerine akıl, mantık ve sebepleri atlayarak her şey için ve her şeyin yerine körü körüne ibadet yapmak doğru eylem halini aldı. Bela ve musibetler ibadet ihtiyacını arttırıyor diye alkışlandı. Bu yüzden İran’da Ehl-i Beyt muhabbetini kurtuluş vesilesi sayan bir dindar insan, dua ve ibadet için gittiği türbeden dolayı kendisine virüs bulaşacaksa bulaşsın diyerek, oraya elini sürmekten sakınmak yerine türbenin insanların elinin temas ettiği yüzeyini diliyle yalamayı bir ibadet ve fazilet sayıyor. Yine bu yüzden Türkiye’de virüsten sakınmak mümkün iken virüse davetiye çıkaracak şekilde camiye gidip orada virüse karşı Diyanet’in önerdiği duaları okumak doğru adım olarak görülüyor. Zira ibadet amacından kopmuş kendi başına bir değer halini almıştır. İbadet, kutsallaşarak kendisi amaç olmuş.

Eğer çalışmak ibadet olsaydı, insanların hiç dükkan kapatmaması gerekirdi. Dünya için çalışan insanların, bu mantıkla ahiret için ise gece-gündüz çalışması ve hiç uyumaması gerekirdi. Burada avamın riyakarlığı böylesi bir dini anlayışın tahribatını azaltıyor. Avam keyfinden fazla taviz vermeden vaziyeti kurtarmaya bakar. Peki ibadetin bu kadar tekrarı ve her tarafa, her şeye yayılması neden fazilet sayılıyor? Çünkü bir teşekkür değil, bir görev olarak görülüyor.

Teşekkür bir kere edilir. Tekrarı lüzumsuz ve hatta iticidir. Ama teşekkür bir bilinçli eylem olmaktan çıkıp bir müstakil ritüele dönmüştür. Ritüelin tekrarı ve çokluğu esastır. Ritüele ihtiyacın alıp verdiğimiz nefes kadar tekrar ettiği düşünülüyorsa o zaman ne yapmalı? Yani teşekkür lüzumu tekrar ediyor diye bir varsayım altında ihtiyaç sınırsız ise o zaman teşekkür de sınırsız olmalı. Dahası, almayla vakit kaybetmeden sadece teşekkür etmek daha etkili olmaz mı? Sonuç: İdeal olarak mağaraya çekilen ve uykuya, gıdaya, sosyal hayata, insan bedenine, aya, güneşe, çiçeklere sırtını dönen, onlara adavet eden ve elinden gelse yedi gün yirmi dört saat ibadet ederek kurtuluş biletini kotarmaya çalışan (manevi anlamda menfaatperest) insan figürü. Bu insan tipi, mevcut ibadet anlayışının kazara başarılı olmuş mantıki sonucu ve uç örneğidir. Her şeyin sonu (bir hatırlama, teşekkür ve tefekkür) olması gereken dua ve ibadet böylece her şeyin başı olmakla kalmadı, her şeyin yerini aldı. Dua, edilebilmek için belayı bile ister oldu.

Ahiretsiz bir dünya insana dar gelebilir ama dünyasız bir ahiret kadar müsrifane ve çevreye zararlı çok az fikir olmalı.


Mücahit Bilici Kimdir?

City University of New York, John Jay College’da Sosyoloji bölümü öğretim üyesidir. Üniversiteye kadarki eğitimini doğduğu Silvan, Diyarbekir’de, lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi sosyoloji bölümünde, doktorasını University of Michigan, Ann Arbor’da tamamladı. Daha önce Taraf, Yeni Yüzyıl, OT Dergi gibi süreli yayınlarda bir süre köşe yazarlığı da yapan Bilici’nin İngilizce yayınlanmış kitap ve makalelerinin dışında Türkçe yayınlanmış kitaplarından bazıları şunlardır: İslamda Savaş Bitmiştir (Avesta, 2016) ve Hamal Kürt: Türk İslamı ve Kürt Sorunu (Avesta, 2017).