YAZARLAR

Yalın gerçek: Sadece fakirler ölür

“Az olan çoktur (less is more)” derler ya, o zaman inadına basit olana, yalın taleplere dönmeliyiz: “Kadına şiddete hayır, baskıya hayır, savaşa hayır” somutluğunda, sadeliğinde…

Bazen hayatı o kadar sofistike yaşıyoruz ki en basit kavram ve gerçekleri küçümsüyor ya da atlıyoruz. Bu yalın ve sade olanı reddetme haline, her şeyi hızlı üretip-tüketme de eklenince ortaya devasa bir yabancılaşma ve hakikatten uzaklaşma sorunu çıkıyor. Siyasal, toplumsal, kültürel ya da özel hayatımız için de geçerli bu söylediğim. Bu yazı yalın, sade, basit gerçekleri hatırlama ve dönme çağrısıdır.

Savaştan söz ederken obüslerden bahsediyoruz, “angajman kuralları” diyoruz, afili güvenlik stratejisi jargonları kullanıyoruz. Lakin teknofetişizmin doruk noktalarında, eril dillerinde neredeyse boğulacak olan uzmanların akıllarına basitçe “insan” demek gelmiyor. “Savaşa hayır” gibi tartışmasız en masum olması gereken talebin kriminalize edilmesi de bu yüzden normal aslında. Zira ne kadar karmaşık dille savaş kutsanırsa, bu jargona hakim olmayan kitleler nezdinde kalan tortu, “Savaşa Hayır diyenler vatan hainidir” oluyor. Tam tersi ateşkes imzalandığı zamanlar için de geçerli, yine atomu parçalıyorlarmış edasıyla kurulan cümlelerle, kompleks kalıplarla stratejik olduğu iddia edilen argümanlarla iki gün içinde “barış” güzellemesine tornistan dönülünce de, değişen bir şey olmuyor, “vatan hainleri” hep aynı kalıyor.

Her şey karmaşıklaştıkça yalın kavramların içi boşalıyor. Çünkü dil, iktidarın kurulduğu, geliştirildiği ve yeniden üretildiği bir alan. Dilin toplumsal alandaki kullanımı genel olarak ideolojiktir ve hayatımızın her alanına sirayet eder. Bu dil bazen sofistike işlerken, zaman zaman da “vatan haini, şerefsiz” seviyesine iner ki, aradaki uçurum iktidarın ihtiyaçlarına göre şekillenir. “Vatan Haini” gibi basit ama son derece ağır bir itham, aynı şekilde bir başka sade talep olan “Savaşa Hayır” diyenleri tanımlar hale gelebiliyor. Dolayısıyla karmaşık söylemler, yalın gerçeklikten arınmamızı sağlarken, basit tanımlamalar/talepler arasındaki caiz ya da tukaka olma kategorizasyonları da hayatımıza yön vermeye başlıyor.

Misal, zengin ve yoksulluk arasında oluşan devasa uçurumdan bahsetmek içeriğinin yalın gerçeklik barındırması hasebiyle neredeyse arkaik ya da banal bulunabiliyor. En basit ifadesiyle “Yaşadığımız her lanetin arkasında sınıfsal çelişki vardır” diyenler, “Aman bırakın artık bu klişeleri” eleştirilerine maruz kalabiliyor. Oysa basitçe söylemek gerekirse bu ülkede zenginler ancak ecelleri gelince, fakirler ise her zaman her yerde ölüyor. En az “her canlı ölümü tadacaktır” cümlesi kadar rahatsız edici değil mi?

Elbette istisnaları vardır ama ölüm, zengin yoksul ayrımının en çıplak ortaya çıktığı sınıfsal bir sonuç haline geldi. İş kazalarında patronlar ölmez, Teşvikiye’den “şehit” cenazesi kalkmaz. Depremde sağlam evi olanlar hayatına devam eder, vatanından savaş nedeniyle kaçanlar paraları varsa Fatih’te tatlı dükkanı açar, yoksa Ege Denizi’nde yaşam mücadelesi verir. Hatta intiharlar bile kadrosuzluktan, parasızlıktan, yoksunluktan, yoksulluktan…

Basitliği aramaya devam edelim… Ateşkesin olduğu gün kanallarda belki 100 konuşmacı vardı. Şu basit soruyu sormak kimsenin aklına gelmedi: Rejim güçleri ile savaştaysak neden Rusya ile anlaşma yaptık? Basit olsun her şey, dolandırmaya gerek yok ki. Bu talebim “anlaşılır olsun da halkımız daha iyi kavrasın” kaygısından falan da değil doğrusu… Kasmadan, yalın gerçeği dile getirmenin zamanıdır şimdi.

Kemal Kılıçdaroğlu 2010 yılında bir konuşmasında “bu yapılan kliantelizm” demişti. Oysa desene anacığım, “Bu yapılan sen beni gör, ben de seni göreyim anlayışıdır, bunlar en tepeden aşağıya götürüyorlar” diye. O nedenle Kılıçdaroğlu mu, Demirtaş mı sorusunun yanıtı, “Seni Başkan Yaptırmayacağız”dan oluşan o efsane kısa grup konuşmasında saklıdır. Evet Başkan oldu, evet kendisi belki içeride ama herkesin gönlünde taht kuran o sade siyaset dilini hayatımıza Demirtaş soktu. Öncesinde, mahkemedeki ifadesinde lafı dolandırmaya gerek bırakmayacak şekilde “Hakim Bey memlekette g.te g.t denir” diye ifade veren Can Yücel’i de anmadan geçmeyelim.

Hiçbir işlevi kalmamış, sisteme meşruiyet katmaktan öte bir anlamı olmayan Meclis’te yaka paça kavga edeceklerine sahaya inip sade “bir yurttaş siyaseti” yapmaktır aslolan artık. Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü’ndeki o dik ve yalın duruşunu devam ettirebilmesi için her gün yürümesi gerekiyor aslında. Zira bu ülkede sadece fakirlerin öldüğünü görmesi için yürümesi, aylarca yürümesi gerekiyor. Nasıl ki konvansiyonel gazeteciliğin iflası ile yurttaş gazeteciliği kavramı ortaya çıktıysa, vatandaşla çile çekecek, sorun olan her yerde hazır olacak “yurttaş siyasetçi” kavramını inşaa etmek gerekiyor. Ankara’yı ikinci plana itecek, bize inecek değil, bizden biri olacak, eğip bükmeden, sade sade, tane tane, insanlar arası seçim yapmadan hak arayacak siyasetçi…Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun net, tutarlı hak arama mücadelesi gibi bir basitlikte…

Yazıda kaç kez yalın, basit, sade kelimeleri geçti, bilmiyorum. Özetle meramım şudur, “az olan çoktur (less is more)” derler ya, o zaman inadına basit olana, yalın taleplere dönmeliyiz: “Kadına şiddete hayır, baskıya hayır, savaşa hayır” somutluğunda, sadeliğinde… Tıpkı Yüksel’de her gün işlerini geri isteyen KHK mağdurlarının somut, haklı mücadelesindeki netlikte olduğu gibi: “Bizim ekmeğimizi alanlar halkın da ekmeğini çalıyor. O yüzden buradayız. İşimizi istiyoruz yazıyor bu önlüklerde aynı zamanda halkın da ekmeğini geri istiyoruz.” Pekiyi sadeyi talep etmek, hayata geçirmek kolay mı, elbette ki değil, Blaise Pascal’ın “Daha kısa bir mektup yazacaktım ama vaktim yoktu” cümlesinde ifade ettiği gibi özü etkili ifade etmek zordur, zaman ve çaba ister, reel siyaset dinamikleri, uzmanlar, akademisyenler ve en nihayetinde bu satırların yazarı daha çetrefilli süreçlere alıştığı için, ne yazık ki daha farklı saiklerle hareket ediyorlar. Bu nedenle öz, anlam, yalın gerçeklik gibi kavramlar da hayatımızdan uzaklaşıyor. Oysa gelinen nokta itibariyle karmaşık olamayacak kadar çıplak süreçlerden geçiyoruz.

Zaten bu ülkede yaşananlar son derece sarih iken; siyasi analiz yapmaya, nasıl boğucu bir ülkede yaşadığımızı dile getiren metinleri okumaya, konuşmaları dinlemeye artık ihtiyacımız ve takâtimiz kaldı mı cidden?


Azmi Karaveli Kimdir?

İletişim uzmanı. Galatasaray Lisesi’nin ardından Marmara Fransızca Kamu Yönetimi’ni bitirdi, aynı üniversitede Sinema-TV yüksek lisansı yaptı. 1993 yılında Cumhuriyet gazetesinde çalışmaya başladı. Televizyon programcılığının yanı sıra, özel sektörde ve iletişim ajanslarında çalıştı. Kadir Has Üniversitesi’nde iletişim dersleri verdi. Hayat Bilgisi Okulu’nun kurucuları arasında yer aldı. zete.com’da yazılar yazdı. Cumhuriyet Pazar Eki’nde Yurttan Sesler bölümünü hazırladı, zaman zaman kültür sanat sayfasında yazılar kaleme aldı. 2018 yılında gazetede yaşanan gelişmeler üzerine Cumhuriyet’ten ayrıldı. Halen kurucusu olduğu ajansta iletişim danışmanlığı yaparken, bazı STK ve siyasetçilere gönüllü destek veriyor. Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nde doktora tezini bitirmeye çalışıyor.