YAZARLAR

Patron anti-hukuk sahnesine çıkarken

İş cinayetinde can veren Cengiz Fedakar davasını yakından izlemek lazım. O davada patron özetle, “tazminatı neyse veririz” devri bile kapansın istiyor.

Her yere sirayet ediyor. Bulaşıyor. Virüs gibi. Mikrop gibi. Aklı bozuyor, mantık kurallarını çarpıtıyor, adabı muaşereti paspas ediyor, etik kuralları yerin yedi kat dibine gömüyor, edep erkanı en kabasından şımarıklıklarla değişiyor, usul kurallarını abartılı laflar, zevzek, küstah, sinirli kahkahalarla perdeliyor. Yeni Türkiye’nin yeni hukukundan bahsediyorum, anti-hukuktan. Bu hukukun tek bir temel mantığı, ahlakı, edep erkanı, töresi, usulü ve felsefesi var: Güç. Güçlüyüm, o halde haklıyım. Gücü gücü yetene. Rabbena değil hep bana.

Anti-hukuk, katledilmiş (Ceren Damar) bir akademisyenin katilinin yargılamasında savunma diye kan donduran laf, dilekçe ve beyanlarıyla ideal avukatını (profesör Vahit Bıçak) bulmuştu geçenlerde. Şimdi bu hukuka en çok yakışan figür, “işveren” de denilen patron bey sahneye girmiş, payını istiyor.

SERKAN ALAN’IN HABERİ

Gazete Duvar’da yayınlanan Serkan Alan imzalı haberi kast ediyorum. Siyasal iktidarın saflarını tahkim için geliştirdiği anti-hukuk, yani “hukuki normlarını, mekanizmalarını ve muhakeme biçimlerini korudukları temel yararın tam tersini elde etmek için kullanma”, toplumun her kademesinde, her ilişkide seferber edilmeye başlandı. Serkan Alan’ın haberinde anti-hukukun “iş hukuku” alanındaki bir tezahürünü gördük. “İş cinayetleri”nde canından olan işçinin ölmesi yetmiyor artık, bir de öldüğünden ötürü patronun zararı varsa onu karşılaması gerekiyor; en azından işveren bunun için şansını deniyor. Ortam müsait. Güç var. Niye denemesin?

Şimdiye kadar işçiye “tazminatı neyse veririz” tarifesi uygulanırdı. Hasta olur, sakat kalır, ölür, tarife budur: Tazminatı neyse veririz. Devletin en üst ağzının da dediği gibi “işin fıtratı”nda bu vardır, ölebilirsiniz bir gün. Milli ekonomiye patron para yatırır ve yatırdığından daha çok para kaldırır, işçi canını koyar, karnını doyurduysa şükretmelidir. Para kaldıracak değil ya, o yüzden işçi diyoruz değil mi ona? Hakkını aramak için bilinen en etkili yol, örgütlenme zaten suç, bilinen en önemli savunma gücü, grev zaten yasaklı. O zaman geriye sadece sessizce çalışmak kalıyor, iş bulursa tabii. Çalışacak, karnını doyuracak, daha ne istiyor? Başına bir iş gelirse tazminatını… Ama geçti o günler, işler ilerledi artık: Artık tazminatı neyse alamayabilir işçi, ister ölsün ister kalsın, artık tazminatı neyse vermek zorunda kalabilir. En azından işveren bunun için şansını deniyor, yargı nezdinde. Çalışırken iş cinayetinde canından olan Cengiz Fedakar’ın ailesine açılan dava, işte bunu hedefliyor.

Cengiz Fedakar 38 yaşında iş cinayetinde öldü.

YARGITAY BAŞKANININ TERS PİRAMİDİ

Dava dilekçesi, “anti-hukuk”un temel işleyiş modelinin artık tipik sayılacak yönlerini, ters çevirmelerini içeriyor. Bu “ters çevrilmiş” mantık, adalet teşkilatının en üst yargıçlarının kamu önündeki laflarında bile kendisini gösterebiliyor. Yargıtay Başkanı örneğin daha yeni şöyle dedi:

“Toplumun yargıya güven duymadığı bir hukuk sisteminde, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı sağlanamaz.”

Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı olmayan yerde toplum yargıya güven duyabilir mi? Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, toplum güven duymadığı için mi yok, yoksa tersi mi? El hak, Yargıtay Başkanı konuşmasında bu “güven”in tesisi için yükün yarısını doğru yere, yargının kendisine yıkıyor, ama yine de piramidi ters dikmekten kurtulamıyor. Çünkü o güvensizlik için gerekli özeleştiriyi yapabilmek, gerekli siyasal eleştiriyi yapabilmekle mümkün. İkisini de yapamayınca, geriye kalıyor piramidi ters çevirmek. Anti-hukukun işleyişi de aynı şekilde her şeyin temel doğrusunu tersine çevirerek çalışıyor.

ELEKTRİK ÇARPMASINI ENGELLEYEN EVRAK

Şimdi firmanın dilekçesindeki “anti-hukuk” gösterisine geçelim; dilekçede özetle şöyle demeye getiriliyor: “Ben iş güvenliği eğitimi veriyorum. İş güvenliği kurallarına uyuyorum. İşçiler de uysun istiyorum. Ama bu uymamış, gitmiş çatıda ölmüş. Kendi kusuruyla. Ölse iyi, bir de işvereni zarara uğratmış.”

Kusur filan, nereden çıkarıyoruz? Çünkü işçi, “amirinden evrak almamış.” Aynı dilekçede diyor ki bu işçi, “21 yıl tecrübeli, meslek içi eğitimi almış, donanımlı bir işçi.” (Fedakar, öldüğünde 38 yaşındaydı. Yani 17 yaşından beri çalışıyordu. Muhtemelen ondan önce de “kaçak” çocuk işçi ya da işte çıraktı.)

Şimdi, yine dilekçeden anlaşılan vakalara bakalım:

Cengiz Fedakar, çatıdaki kamerayı onarmak için çıkmış. İşi elektrikçilik. Yani onu onarmak onun işi. Çatıda da olsa bodrumda da olsa. Kamerayı onarırken, elektrik çarpmış. Ölmüş. İşveren diyor ki, “Kendi kusuruyla öldü. Yangın çıktı, zarar gördüm. İki gün üretim yapamadım, zarar gördüm.”

Kusur ne?

Dilekçede, “üstüne vazife olmayan işe kalkıştı” demiyor, çatıya çıkmamalıydı demiyor, işe ehil değildi demiyor…

Aksine, 21 yıllık tecrübesi, iş güvenliği dahil, her türlü eğitimi ile işe son derece uygun biri diyor.

Ama büyük bir kusur işlemiş tabii, dilekçede söyleniyor: “amirince düzenlenmiş arıza talep formu” eksikmiş!

HEM TECRÜBELİ HEM TECRÜBESİZ!

O halde ne diyor dilekçe? Ne diyecek, tazminat vermek yerine tazminat almak için prosedürel bir açığı kullanarak iş hukukunun temel mantığını tersine çevirmeye çalışıyor: Arıza talep formu düzenlenmemiş! Anti-hukuk aklı, kendi lafındaki çelişkileri görmemesiyle ve kendi uygunsuz akıl yürütmesine herkesin inanmasını beklemesiyle de ünlüdür. Her şeyi, tecrübesi, eğitimi, donanımı tamam olan işçi, görev talep formu da düzenletmiş olsaydı, elektrik çarpmayacak mıydı? Formda, elektrik çarpmasını önleyici keramet mi var? Başka? Görev talep formu düzenlemeden iş yapmaktan başka ne kusur var ortada? Dilekçede başka tek kusurdan, hatadan söz edilmiyor. Çünkü yok. Cinlik yapılıyor özetle. Cin olmuşlar adam çarpıyorlar. Ölen ölmüş kalanı da çarpıyorlar, yargı eliyle yapmak istiyorlar bir de bunu.

İşyerinin görünür kurallarını işveren belirler, evrak, kayıt, yazı, çizi, form filan… hepsini tutmak için profesyonelleri vardır, dilekçe anlatıyor hepsini. Fakat pek iyi biliyoruz ki bir de görünmeyen kurallar vardır: 21 yıldır aynı işi yapan işçi, çatıya çıkıp işi yapıyorsa, çatıya çıkıp işi yapması gerektiği içindir. Cengiz Fedakar o çatıya çıkmaya kendini mecbur hissetmese çıkmazdı. “Evrak almadan çıkmak”, yani talimatın “resmi olarak” verilmesini beklemeden tamirata girişmek idari bir sorun olabilir, ama tazminatı mucip kılacak bir iş kusuru değildir. Kaza, yani iş cinayeti kağıdı eksik olduğu için meydana gelmedi, işi yapmaya mecbur olduğu ve yapmaya çalıştığı için meydana geldi ve muhtemelen hayatını korumaya yönelik bir eksiklikten ya da hatadan meydana geldi. O hata ya da eksiğin ne olabileceğine dair tek satır yok dilekçede, muhtemelen oradan işverenin kusurunun görüneceği bir tartışmaya yol gidiyor, o yüzden yok.

YARGILANMAK AĞIRINA GİTMİŞ

Dilekçeden anlıyoruz ki bir de “sigortadan para alamamış” firma. Niye? Zarar tutarı, poliçe muafiyet tutarının altında kalmış. Yani? İş sağlığı ve iş güvenliği için çok titizlenen şirket, sigorta maliyetini düşürmek için oluşacak zararın bir kısmını Allah’a havale etmiş de ondan. Yani düşük pirim ödemiş, o yüzden her zararı sigortadan alamamış. Hem artık hiç prim ödemese de olur, ölen, kalan işçiden ister bundan sonra.

Bir de prestij kaybına uğramış şirket. Ne felaket! Sen kalk her evrakı düzgün tut, kağıt üstünde mükemmel görün, ama bir işçi kalksın evrak almadan çatıya tırmansın, orada ölsün! Olacak şey mi? Hem üretime ara verilmiş, hem “müşterilerinin siparişlerini geciktirerek” prestij kaybına uğramış.

Bir laf daha var: “… halk arasında merdiven altı tabir edilen bir şirket muamelesi görmekle, ceza yargılamasına ve fahiş tazminat taleplerine konu olmakla…”

Tazminat istenmesi ağırına gitmiş şirketin, savcılığın ceza dava açması ağırına gitmiş, ölüm nedeniyle dikkatler oraya yönelince “merdiven altı şirket” muamelesi görmüş! Önemli olan işçinin gerçek kişiliği, gerçek canı değil, şirketin tüzel kişiliği, sözde gururuymuş gibi!

Şirket haklı! İnsan canının, haysiyetinin, haklarının hiçe sayıldığı yerde şirketlerin kalbinin kırıklarını onarmak yargıya düşer. Yani kasalarındaki kârları artıracak yollar bulmak. İşçilere kalansa sessizce, üretime engel olmadan ölmesini bilmektir.

NOTLAR

1

Vahit Bıçak, “anti-hukuk”un ideal avukatı olarak göründü Ceren Damar davasında. Barolar Birliği Başkanı ve Adalet Bakanı’nı bile kızdırdı, o kadar ileriydi her şey. Kendisini eleştirenleri “13 tane kitaplarını okumamış” olmakla eleştirdi filan. Aşırı emin kendisinden. “Pişman değilim” diyor, “Biraz avukatlık mesleği bilmek lazım” diyor, baskın basanındır gibilerinden. İnsan böyle aşırılıklardan nasıl emin olabilir? Bir sebebi var.

Bu avukat, ülke yönetimindeki hükümran gücün hukuk ile yapmak istediğini çok iyi anlamış, gidilen yönü çok iyi görmüş, aynısını kendi kişisel çıkarı için tekrar etmeye yönelmiştir. İktidar partisinden milletvekili olma arzusu da bu öngörülü bakışının yol açtığı bir girişimdi. Bu profesörün en çok güvendiği iki kişi de Adalet Bakanı ile TBB Başkanı’dır. Esasen onların onayladığı, beğendiği, inşasında çalıştığı hukuk sisteminin, yani anti-hukukun avukatıdır. Adalet Bakanı ile Barolar Birliği Başkanı’nın Vahit Bıçak’a kızmış görünmeleri bir tür halkla ilişkiler çalışmasından ibarettir yok öyle değilse anti-hukuk barosunun iç tartışmasıdır en fazla.

2

ÇHD Başkanı Selçuk Kozağaçlı ve ÇHD’li avukat arkadaşlarının mesleki faaliyetleri dışında ne tür bir suç işlediklerini kimsenin bilmediği halde hapiste olmaları, Vahit Bıçak gibilerinin cüretini de açıklar: Avukatlık, sadece devleti ve iktidarı sevmekle mükellef yargıç ve savcıların adalet dağıtım aygıtını doldurduğu yerde eğer bu hukuku kirleten sevgi yumağına katılmaksa Vahit Bıçak’ın yaptığı da bundan ibarettir. Yok avukatlık, mesleğin vakar ve haysiyetini çöpe atmadan, hukukla bağını koparmadan hak savunuculuğu yapmaksa Selçuk Kozağaçlı ve arkadaşlarının yaptığı bundan ibarettir. Bakan ve Başkan, tüm fiilleriyle Vahit Bıçak’ı onaylayıp laflarıyla ona karşı çıkmaya kalkmayı kessinler, kimse yemiyor bu numaraları.