Boğazların kontrolü ve barışçıl çözümler
Rusya’ya yüz çevirip Boğazları kapatmak, işler bu noktaya geldikten sonra biraz yürek ister. Yakın savaş tehlikesi ilan etmenin başta ekonomik olmak üzere türlü sonuçları var. Fakat bu istişarelerin tamamı tek bir kişinin ve grubun takdirine bırakılamaz. Bu iradeyi kullanmak TBMM’nindir, yani aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarınındır.
Ülke harap halde. Birçok bakımdan insanlar endişeli, üzgün, kızgın hatta nefret dolu. Kimse normal yaşantısına devam edemiyor. 2020’nin felaketler zincirinin kim bilir kaçıncı halkasındayız. Her gün bir sebeple onlarca ölüme şahit oluyoruz. Zaten ülke ekonomik kriz, baskı ve korku, hukuksuzluk ve birçok haksızlık çemberinde kıvranmaktaydı. Şimdi depremler, salgın ve savaş çemberinde boğuluyor. Diğer yandan sığınmacıların sınırda yaşadıkları da ayrıca can yakıcı.
Israrla diplomasiyle çözülmeyen, yıllar yılı yanlış politikalarla çözülemeyecek noktaya getirilen, peş peşe şehit haberleri aldığımız bir “dış politika sorunu” (aslında düpedüz savaş), ile karşı karşıyayız. Herkes birbirine “Biz bunları neden yaşıyoruz?” diye soruyor, birileri gülüyor, onlar güldükçe insanlar daha çok düşünüyor. Bizler de hatalıyız. Vaziyetin bu noktalara gelmesine engel olamadık.
Otoriter rejimlerin bekasını devam ettirmede kullandığı iki temel unsur var: Ekonomi ve güvenlik. Ekonominin toparlanamayacak kadar diplere gömüldüğünün bir süredir hepimiz farkındayız. İnsanların güvenlik kaygısıyla oynanıyor bir süredir bu yüzden. Hatta konu 100 yıl önce Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla kıyaslanacak kadar ileri noktalara vardırıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın attığı “Neticeleri EN AZ 100 yıl önceki kadar büyük olacak bir mücadeleden, ülkemizin ve milletimizin menfaatlerini koruyarak zaferle çıkmak için gece gündüz demeden çalışmalarımızı sürdürüyoruz” tweet'ini görünce inanamadım. Daha doğrusu kahroldum. Bir insan, baştan sona yanlış politikalarla getirdiği bir noktanın sonuçlarını Kurtuluş Savaşı ile nasıl kıyaslar, aklım almadı.
Neticede bu noktalara geldik. Herkesin kafasında türlü sorular var. Bunlardan biri de, ülke onca şehit vermişken Boğazların niçin Rusya’nın savaş gemilerine kapanmadığı sorusu. Öyle ya, savaş gemilerine yol vererek savaşa katkıda bulunulmuş oluyor bir nevi. Burada kısa ve anlaşılır bir hukuki açıklama yapmakta fayda var:
Boğazların kontrolü uluslararası hukuk bağlamında 1936 tarihli Montrö Sözleşmesi ile düzenlenmiş durumda ve sorularımızın cevaplarını bu sözleşmeye bakarak vermek durumundayız.
Montrö Sözleşmesi’ne göre Boğazların kontrolünü üç başlıkta incelemek gerekiyor:
1- Eğer bir savaş hali söz konusu değilse; yabancı ülke gemileri Türkiye Cumhuriyeti’ne ait Boğazlardan serbestçe geçebilir. Bu noktada yalnızca bir tonaj sınırı vardır; geçecek olan geminin yük ağırlığı 15 bin tonu geçmemek zorundadır.
2- Eğer bir savaş hali söz konusuysa; iki durum gündeme gelir:
Türkiye savaşan ülke değilse; savaş halinde olmayan ülkelerin gemileri Boğazlardan serbestçe geçebilir. Savaş halinde olan ülkelerin gemilerinin geçişi ise yasaktır.
Türkiye savaşan ülke ise; Montrö Sözleşmesi’nin 20'nci maddesi’ne göre savaş gemilerinin geçişi konusunda Türkiye tümüyle dilediği gibi davranabilecektir.
Peki, savaş halinde olmak ne demektir? Türkiye, resmi olarak savaş ilan etmişse savaş halinde demektir. Savaş ilanı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 87'nci ve 92'nci maddelerine göre TBMM tarafından karar verilir.
Türkiye, halihazırda savaş ilan etmemiştir. Bu sebeple, Montrö Sözleşmesi’ne göre savaşmayan ülke gemilerinin Boğazlardan geçişine engel olamaz.
3- Lakin, üçüncü bir durum da söz konusu; o da “yakın savaş tehlikesi” içinde olmak. Bu durumda, Montrö Sözleşmesi’nin ünlü 21'inci maddesi gündeme gelecek olup, 20'nci madde gereği gemilerin Boğazlardan geçişini yine yasaklayabilir.
Her ne kadar “yakın savaş tehlikesi” ilanına ilişkin açık bir usul hükmü yok ise de; Türkiye, savaş ilanı ile aynı usullerle “yakın savaş tehlikesi” ilan edebilecektir.
Peki “yakın savaş tehlikesi” içerisinde olup olmadığımıza nasıl karar vereceğiz? Burada, takdir yetkisi tamamen TBMM’nindir. “Yakın savaş tehlikesi” bir kısım güvenlik tedbirlerini almak için ilan edilebilecek bir durum olup, bu noktada NATO’nun 5'inci maddesi gündeme gelecektir.
Bu maddeye göre; NATO üyesi bir ülkeye yapılan saldırı tüm üye ülkelere yapılmış sayılacaktır ve saldırıya uğrayan ülke güvenlik önlemleri alabilir ve alınan bu önlemler derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirilmelidir. Güvenlik Konseyi, uluslararası barış ve güvenliği sağlamak ve korumak için gerekli önlemleri aldığı zaman, bu önlemlere son verilecektir.
NATO’nun 5'inci maddesi aynı zamanda Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın 51'inci maddesine atıf yapar. Bu maddeye göre ise; “Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin bölgesel kuruluşlar aracılığıyla barışçıl yoldan çözülmesinin gelişmesini teşvik eder.
Tam da bu noktada, sorunun NATO ve BM yüzüne dönmüş oluyoruz ve karşımıza kocaman bir “mülteci/göç” sorunu çıkıyor. Bu konu zaten başlı başına bir kıskaç, dev bir insan hakları problemi.
Elbette, Rusya’ya yüz çevirip Boğazları kapatmak, işler bu noktaya geldikten sonra biraz yürek ister. Yakın savaş tehlikesi ilan etmenin başta ekonomik olmak üzere türlü sonuçları var. Fakat bu istişarelerin tamamı yukarıda da belirttiğimiz gibi tek bir kişinin ve grubun takdirine bırakılamaz. Bu iradeyi kullanmak TBMM’nindir, yani aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarınındır. Oysa, bugün her şeye kendisi karar vermeye çalışan bir iktidar söz konusu. Öyle ki, yurttaşlarının taleplerine kulak vermek bir yana, ana muhalefet partisi liderinin dahi telefonunu açmayan bir Milli Savunma Bakanımız var. Bu kibirli ‘tek karar vericilik’, ısrarlı ‘ben biliyorumculuk’, çok doğal olarak insanın aklına “Acaba iktidar barış istemiyor mu?” sorusunu getiriyor. Dolayısıyla, çözüm bulunması, barışçıl yöntemlerin aranması ve tartışılması noktasında alan daraltıp, tüm yetkiyi tek başına kullanmak isteyenlerin, ülkeyi daha hangi noktalara getireceği hepimizin ortak endişesi.