YAZARLAR

Bizi lal etmek istiyorlar...

Gözlerini karartan fantastik emperyal güç ve ihtişam arayışı, içeride ve dışarıda duvara tosluyorken, geçmişin ve geleceğin hırsını çıkarmak için en uygun isim Osman Kavala... Şaşırmamak lazım. Kavala’yı bu kez “Abdülhamid düşerken tutmaya çalışmamak” suçundan gözaltına alacaklarmış neredeyse... Neyse ki 15 Temmuz dosyası “Allah’ın bir lütfu” olarak kenarda duruyormuş.

Şöyle eli yüzü düzgün ve mümkün olduğunca neşesini koruyan bir yazı yazmak istiyordum bugün. Her şey normalmiş gibi. Malum yarın 21 Şubat, Dünya Anadili Günü. Birleşmiş Milletler geçtiğimiz yıl bu tarihlerde yaptığı açıklamada her iki haftada bir dilin yok olduğunu ifade etmişti. Bu konuyu düşünüyordum. Ne büyük bir yoksullaşma... Bir taraftan da iki gündür herkes gibi gözüm kulağım Gezi davasındaydı. Sonunda beraatler ve tahliye geldi ama sevincimiz maalesef pek uzun sürmedi.

Bu konuyu Garo Paylan Mediascope’ta çok güzel değerlendirdi. Henüz yeni gözaltı kararı açıklanmamışken yaptığı konuşmada, bir yandan beraatler ve tahliye konusundaki sevinci dile getirirken bir yandan da aslında talimatla gelen hukuk garabetine de değindi. Önceki duruşmada okunan iddianamede müebbet hapis istenmişken, mahkeme heyeti bu duruşmada cebinden “tahliye” kararını çıkarıvermişti. Arada avukatların delil sunma vs. türünden tüm taleplerini de zincirleme reddettikleri gün beraatler ve tahliyeye karar verilmişti. Burası böyleydi ama yine de bu zulüm bitti diye sevinç içindeydik.

Beraatler ve tahliye kararından hemen sonra Osman Kavala’nın gözaltına alınması ise hukuk katlinin şan olsun diye şehrin orta yerinde ilanıdır. Açık bir güç gösterisi olduğu kadar, açık bir güçsüzlüğün de ilanı... AKP içinde sular durulmayacak. Şimdilik bedelini bizler ödüyoruz. Fakat ilanihaye sürdürülebilecek bir durum değil bu.

Gözlerini karartan fantastik emperyal güç ve ihtişam arayışı, içeride ve dışarıda duvara tosluyorken, geçmişin ve geleceğin hırsını çıkarmak için en uygun isim Osman Kavala... Şaşırmamak lazım. Kavala’yı bu kez “Abdülhamid düşerken tutmaya çalışmamak” suçundan gözaltına alacaklarmış neredeyse... Neyse ki 15 Temmuz dosyası “Allah’ın bir lütfu” olarak kenarda duruyormuş. Ne diyelim, sonunu getirdikleri hukuk düzeninden kendilerine de hayır gelmeyeceğini anlayacakları günler uzak olmasın.

Gözaltına alınma kararı henüz açıklanmamışken, tahliye kararına fena halde bozulan ve sosyal medyada kızılca kıyamet koparan ak-troll sayısı hiç de az değildi. Bu bozulmuş ve çürümeye yüz tutmuş ak-troll topluluğunun attığı tivitler akla ziyan. En basit bir akıl yürütme yok. Hep hamaset, hep ezber, hep baş aşağı çevirme. Böyle olmasa geçtiğimiz hafta AKP Sözcüsü çıkıp şu cümleyi o kadar rahat kurabilir miydi? Neymiş, Seçilmiş bir makamı terör örgütünün siyasi ayağı olarak nitelersek, milli iradeyle kavga etmeye başlarmışız. Vallahi bunu dedi ya! Biliyor ki AKP tabanında asgari bir “mütekabiliyet” içinden adil olmayı gözeten bir akıl yürütme yok. Kimse onlarca HDP’li belediye başkanının yerine seçimlerden kısa süre sonra kayyum atamak da 6 milyon HDP’linin iradesiyle kavga değil midir diye sormuyor.

Neresinden tutmaya kalksak elimizde kalan bir hafta yaşadık hasılı. Yaşananlardan bir mizahi direngenlik çıkarma imkanımız da giderek sınırlanıyor. Oysa ne diyor Edward Said, fikirlerimizi bir kamu önünde ifade ediyoruz diye ciddi ve sıkıcı olmamız gerekmiyor, tanıklık ettiğimiz bir durumun üzücülüğünü anlatmak için hasımlarımızdan çok daha iyi espriler yapıp daha iyi tartışabilmeliyiz. Nadiren ele geçen konuşma fırsatlarını da çok iyi kullanmalıyız... Dinleyicilerin dikkatini çekmeliyiz. Bunları söylüyor. Asık suratlı olun demiyor.

AKP düzeni belki de bu nedenle toplumsal muhalefeti tümüyle dilsiz bırakmak, lal etmek istiyor. Gezi’de de sonrasında da gördükleri şey şu; toplumsal muhalefeti dille ve dil içinde alt etme imkanı yok. “Sevsinler senin gazeteciliğini, sevsinler senin milliyetçiliğini, sevsinler senin sivil toplumculuğunu, sevsinler senin montajını...” diye diye on yedi yıldır sürdürülen bir iktidar. Dilin engin olanakları bir “sevsinler”e teslim olmuş. Bu saatten sonra bu dil değişmeyeceğine göre bizi dilsiz bırakmaya kilitleniyor olay. Sevsinler sizin kültürel iktidar arayışınızı diyeyim ben de. Bu kısır, köhne ve hamasi dille ve bu dil düşmanlığıyla o iktidarı daha çok ararsınız.

Yarın Dünya Anadili günü. Oraya dönelim. Anadilden söz edeceksek de biraz eğlenceli bir geçiş yapalım tabii. Hafta sonu ben masamda çalışıyorum “kendisi” de arka tarafta cep telefonunun hoparlörünü açmış İzmir’deki annesiylen konuşuyor. Kayınvalidem klozetin niagarasının bozulduğundan söz ediyor. Annenle konuşurken sesi dışarı verme, ne olur ne olmaz diye kırk kere söyledim ama takan kim? Bir gün kayınvalidem "Çok bilmiş karın ne yapıyor" diye soracak, o olacak... Neyse ki o günün konusu niagara. Niagaralı konuşma gün boyu aklımı kurcaladı ama bir şey sormadım. Klozet sifonuna niagara denmesini Milas asıllı bir İzmirlinin nevi şahsına münhasır terminolojisine yordum. Kabul edelim fantastik bir dil kullanımı. Biz Diyarbakır küçelerinde İbrahim Tatlıses eşliğinde, “Evlerinde lambaları yanıyor, göz göz olmuş ciğerlerim kanıyor” çığrınırken, kendisinin çocukluğunu yaşadığı evde niagara çağıldıyormuş!

Dildeki bu adaletsizliğe takıldım, hatta “İzmirlinin dil kullanımındaki tuhaflık” olarak arkadaşlara da söz etim bundan. Sonra ertesi gün “kendisi”ne sormaya karar verdim; “Ya sizin oralarda sifona niagara mı diyorsunuz” diye. Bir yüzüme baktı şöyle, sonra, “Ha evet, bazı yaşlılar hâlâ öyle söyler. Süpürgeye Gırgır demek gibi. Marka eşyanın adı olarak kullanılıyor. Niagara eski bir rezervuar seti markası” dedi. Yenilerde Leylan’ı da okumuş olmanın gazıyla, geliştirmeye teşne olduğum popüler dildeki etnik ve sınıfsal katmanlara ilişkin teoremim epeyce sarsılmadı desem yalan olur. Niagara bir dünya markası... Ne yapalım, Diyarbakır evlerinde niagara vardı da biz mi çağıldatmadık?

“Dil insanın evidir.” Evini güzel tutacaksın, iyi kullanacaksın. Dil eviyle ilişki kuramayanların, geçmiş fantezilerinden kurtulup yaşadıkları eve yerleşemeyenlerin, evlerini güzelleştiremeyenlerin zulmünü yaşıyoruz. Olan biten bu. Michel Foucault dilin nasıl bir ev ve vatan olduğunu çok güzel açıklıyor: “Yazma zevkini keşfedebilmem için yurtdışına çıkmam gerekti. İsveç’e gitmiştim ve iki seçenek vardı önümde: Ya İsveççe konuşacaktım ki çok az biliyordum, ya da İngilizce ki onu da konuşmakta çok zorlanıyordum. Bu dilleri iyi bilmemem haftalarca, aylarca, hatta yıllarca asıl söylemek istediğimi söylemekten alıkoydu beni. Söylemek istediklerimin ağzımdan çıkar çıkmaz gözümün önünde kılık değiştirdiğini, basitleştiğini, adeta küçük, komik kuklalara dönüştüğünü görüyordum. Kendi dilimi kullanma imkânsızlığı içinde bulunurken, dilimin bir yoğunluğu, bir kıvamı olduğunu, soluduğumuz hava gibi olmadığını, duyumsanamaz bir saydamlık falan olmadığını, aksine kendi yasaları, kendi kestirme yolları, dehlizleri, çizgileri, yokuşları, yamaçları, girinti çıkıntıları, kısacası bir fizyonomisi olduğunu, bir peyzaj oluşturduğunu ve bu peyzajda kelimelerle cümleler etrafında dolaşılabileceğini, özetle, önceden göremediğim bakış açıları olduğunu fark ettim. Bana yabancı olan bir dili konuşmak zorunda olduğum İsveç’te, o birden dikkatimi çeken fizyonomisiyle kendi dilimin, yabancı ülke veya gurbet dediğimiz yer’siz yerde kalırken mesken tutabileceğim en gizli ama en emin yer olduğunu anladım. Sonuçta tek gerçek vatan, insanın ayağını basabileceği tek toprak, başını sokabileceği, sığınabileceği tek ev çocukluğundan itibaren öğrendiği dildir.

Farklı anadilleri düşmanlaştıranlar istisnasız biçimde, farklı dünya görüşlerini, farklı inançları, farklı yaşam tarzlarını da düşmanlaştırır. Bunların her biri ayrı bir dildir çünkü. Bu düşmanlaştırmada o dilin sahiplerini yersiz yurtsuz bırakma, yaşatmama gayesi var. Bunu hiç unutmamak lazım.

Dilimize de evimize de birbirimize de sahip çıkalım... Gezi’ye sahip çıkmak da budur.


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.