YAZARLAR

Kamusal sorumluluk ve itibarsızlaştırma

Kamusal mesleklere karşı açılan savaş elbette, rejimin kendi aklının ürünü değildi. Neoliberal kamusuzlaştırma süreçlerinin bir ürünüydü. Fakat Erdoğan rejimi buna kendi amaç ve hırsları çerçevesinde bir form verdi. Saldırı eğitimin özelleştirilmesi, kamusal eğitim anlayışının ortadan kaldırılmasına ilişkin paradigma bağlamında “öğretmen”e saldırı ile başladı.

Erdoğan rejiminin üzerinde az durulan ve kanımca rejimin sürmesinin temel unsurlarından biri olan politikalarından biri itibarsızlaştırmadır. İtibarsızlaştırmayı genel geçer bir anlamda değil, özgül olarak Türkiye’deki itibarı olan profesyonel meslekler bakımından söylüyorum. Uzun yıllar içinde oluşmuş, etik ilkeleri olan, kendi içinde değer ve kural sistemine sahip mesleklerden bahsediyorum. Siyasal kültürümüz içinde, bu mesleklerin Montesquieu’nun mutlakıyetlerin önündeki en önemli engel olarak gördüğü ara kademeler bağlamında değerlendirilebileceğini, “itibardan” yıllar içinde oluşmuş bir şahsiyetten kaynaklı bir kuvvetin baskı koşullarına fiziksel bir direnç yaratabileceğine ve Türkiye’de yaratmış da olduğuna işaret ediyorum. Türkiye’de baskıların dayanılmaz koşullara geldiği dönemlerde “aydınlar”ın üstlendiği işlevlerin de bu itibarın verdiği güçte aranması gerektiğini söylüyorum.

İTİBARSIZLAŞTIRMA KAMUSUZLAŞTIRMA

Kamusal mesleklere karşı açılan savaş elbette, rejimin kendi aklının ürünü değildi. Neoliberal kamusuzlaştırma süreçlerinin bir ürünüydü. Fakat Erdoğan rejimi buna kendi amaç ve hırsları çerçevesinde bir form verdi. Saldırı eğitimin özelleştirilmesi, kamusal eğitim anlayışının ortadan kaldırılmasına ilişkin paradigma bağlamında “öğretmen”e saldırı ile başladı. Öğretmen atamaları ihtiyacın çok gerisine çekildi. 2000’li yıllarda eğitim hızlı ve programlı biçimde piyasanın alanına bırakıldı. Piyasanın temel derdi ise bilginin, bilgiyle öğrenci arasında ilişkiyi kurma becerisi ile donatılmış öğretmenin alınır-satılır bir değere indirgenmesiydi. Bunun bir ayağında özelleştirmeler varsa bir ayağında da öğretmenin kamusal kişiliğinin ortadan kaldırılması vardı. Bu program çerçevesinde devletin sürekli ve asli bir hizmeti olduğu için memurlar eliyle görülmesi gerek eğitim faaliyetinde ücretli ve sözleşmeli öğretmenlik neredeyse kural haline gelecek kadar yaygınlaştırıldı, öğretmenin bilgi süreçlerindeki rolü kamusal olmaktan çıkarıldı, piyasaya terk edildi. Piyasa ise serbest değildi, ancak birkaç özel okulun elit öğrenciler yetiştirmesi üzerine kuruluydu. Kapitalizmin sınıfsal geçişkenlik rüyalarını bile ortadan kaldıracak hiyerarşik okullar düzeni oluşturuldu. Bu okullara girebilmek için çok para gerekirdi, ama az para verip çocuğunu özel okula göndermek de devlet okuluna göndermekten yeğ hale geldi. Kamusal eğitim bakımından gücünü koruyan okullar, bizzat devlet eliyle, proje okullar programı içinde yok edildi. Bilgi de, bilgi ile öğrenci arasındaki ilişkinin düzenini sağlayan öğretmen de kamusal olmaktan çıkarıldı, itibarsızlaştırıldı. Neoliberalizmin bu stratejisinin Erdoğan rejimi bakımından anlamı, öğretmenlerin kamusal itibarlarından aldığı gücü kırmaktı. Öğretmen mücadelesinin örgütlü unsuru olan Eğitim Sen buna karşı hâlâ direnç gösteriyor, fakat mesleğin itibarsızlaştırılması programına yatırılan sermayenin karşısında gösterdiği direnç hak ettiği siyasal ve toplumsal karşılığı bulmuş değil. Bu program kapsamında elbette Eğitim Sen de kriminalize ediliyor, bunun için yoğun bir çaba harcanıyor. Öğretmenlik mesleği itibarsızlaştıkça, öğretmenler mesleğin yarattığı birikimin etik kural ve değerlerinin yerine neoliberalizmin ahlaki kurallarına bağlanıyorlar, buna mecbur bırakılıyorlar ve artık mesleğe böyle bir ortamda başlıyorlar. Erdoğan rejimi de bunu sendikal, mezhepsel, ideolojik kayırmacılıkla besliyor ve partizan ilişkiler ile konsolide ediyor. Yani mesleğin kamusal gücünün ortadan kalkması ile hem piyasa hem de tek parti-saray rejimini besliyor.

YENİ BİR BAŞLANGIÇ İÇİN

Benzer bir öyküyü -nüanslarla- hekimlik, akademisyenlik, mühendislik, gazetecilik ve hukuk alanındaki meslekler için de yazmak mümkün. Sağlığa ilişkin bilgi ile ona ihtiyacı olanlar arasında kamusal bir bağ kuran hekimin parasallaştırılması ile sağlığın piyasalaşması süreci el ele gitti. İyi hekimlik idealini diri tutan Türk Tabipleri Birliği de benzer bir kriminalizasyon sürecine tabi tutuluyor. TMMOB’nin kamusal zarara neden olan projelere karşı açtığı davalar, kamu yararı tarafında tuttuğu saf onun kriminalize edilmesine neden oluyor. Barış İçin Akademisyenler bildirisine imza atarak “akademik piyasa”nın dışına adım atıp kamusal bir söz alanların Erdoğan rejiminde yarattığı öfke sadece söylenen söze ilişkin değil, akademik meslek sahiplerinin alacakları herhangi bir kamusal sözün itibarının düşürülmesi ile de ilgili. Çünkü mutlaklaşan saray rejimi, karşısına çıkabilecek herhangi bir ara tabaka istemiyor, itibarını, buradan kaynaklanan kamusal gücünü yitirerek şahsiyetsizleşen ve kayırmacı bağlarla partizanlaşan “memurlar” yaratıyor.

Neoliberalizm ile Erdoğan rejiminin kendine has bir düzlemde birleştiği yerde elbette bu mesleklerin icra edilebilmesi için yaratılmış ayrıcalıklı ortamlar da ortadan kaldırılıyor. Örneğin akademik özgürlüğün, üniversite fikrinin yerini “rejime sadakat”; meslek odalarının mesleğe ilişkin kamusal alanlardaki yetkisinin yerini saraya sadık olmak alıyor.

Bu bağlam içerisinde kamusal meselelere ilişkin ortak tavır alabilen, mesleklerinin itibarını muhafaza etme, şahsiyetlerini koruma ve kamunun çıkarlarının yanında olma tavrını gösteren sendikal örgütlerin ve meslek örgütlerinin neden her zamankinden fazla yan yana geldiğini daha iyi kavrayabiliriz. Bunun önemini de elbette elimizden geldiğince yüksek sesle söylemeliyiz. Fakat sürecin devamının ortada muhafazası mümkün olmayan bir şey bırakacağını öngörüyorsak, karşı hamleler üzerine de düşünmeliyiz. Ülkeyi nasıl kuracağımızın bir parçası olarak…

Son not: Hukuk Fakültesi’nin merdivenlerinden “ağır ağır sıkacaksın esprisiyle” Mülkiye’ye silah doğrultarak poz verdikten sonra asistan olan gencin “iki fakültesine” ilişkin haberler var. Mülkiye ve Hukuk Fakültesi’nde Las tesis dansı yapan öğrencilere soruşturma açıldı, bursları, yurtlarla ilişkileri kesildi. Burada kalmadı tabii, görüntülerde açıkça gördüğümüz, durup dururken kendini ülkücü olarak tanımlayan grupça saldırıya uğrayan Mülkiye öğrencilerine soruşturma açıldı. Yetmedi, rektörlükten aldıkları yetkiyle ve kamu görevi yaparken öğrencilerin baş ve boyun bölgelerine vurmak suretiyle yasaya aykırı davranan güvenlik görevlileri hakkında değil, yine öğrenciler hakkında başka bir soruşturma daha açıldı. Haberimiz olmayan tek şey ise şu silahlı poz hakkındaki incelemenin akıbeti.

Akademik meslek sahibi yönetici olmak, dekan olmak, rektör olmak işte bunları yapmayı gerektiriyor olmalı. Ama bu haksızlık ve vicdansızlığa, bu açık tarafgirliklere, bu zalimliğe, gencecik insanların hayatlarına bu denli ağır müdahaleye dur denmeyecek mi? Ayıp, yazık, günah sözleri öyle hafif kaçıyor ki…


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.