YAZARLAR

İngilizce bilmeden olur mu?

Yüzlerce İngilizce kitap okudum. Defalarca İngilizce konferans verdim, sunumlar yaptım, toplantılara katıldım ortaklıklar yaptım ama bir türlü kendimi ikna edecek kadar İngilizce öğrenemedim. Bu, sanırım bir çeşit ruh hastalığı. Rıza göstermeme hali. İlla bir Bülent Somay İngilizcesi olsun talebi.

Kilo vermek nedir ki? Her ne yiyorsan yarısını ye. Her ne kadar kımıldıyorsan iki katı kımılda, bitti. Yahut sigarayı bırakmak? Daha da basit. Yapman gereken hiçbir şey yok. Sadece aklında tutman gereken bir şey var: Sigara içmemek. Sigara içmemek için sigara içmemek dışında bir şey yapman gerekmediği sürece, sigara içmemek ne kadar zor olabilir ki?

Ama öyle yürümüyor tabii işler. İnsanlar her ikisi için de hipnozdan akupunktura, ruh çağırmadan homeopatiye, acayip ilaçlar içmeye okuma üflemeye hatta ameliyata kadar götürüyorlar işi. Hayatını sigara bırakmak yahut kilo vermek üzerine kurmuş bir çok insan yaşıyor.

İngilizce konuşmak da öyle. Üstelik çok daha yaygın. Türkiye’de insanlar envai çeşit yöntemlerle ömür boyu İngilizce öğrenmeye çalışıyorlar. Özel okullara, online kurslara, konvansiyonel kurslara, özel hocalara, kitap setlerine tonlarca para gömülüyor.

***

Yıllar önce kötü bir insan tanımıştım. Gecekondu mahallelerine anketör gönderiyor ve ilkokullarda anket yaptırıyordu. Anket formunun en önemli kısmı ev telefonuydu. Gerisine bakılmıyordu zaten. Sonra uzman olduğunu söyleyen sıradan bir kadın bütün çocukların velilerine aynı konuşmayı yapıyordu: “Çocuğunuzun adı şu özellikleri şu değil mi? Ona bir test yaptık, yabancı dile çok yetenekli çıktı. Bu yeteneğine göre bir set var elimizde. Çocuğunuza yazık etmeyin.”

Ellerindeki demode setleri varoş ailelerine bu şekil satıyorlardı.

Ailenin (bütün aileler gibi) gelecek tasavvurunda iki şey vardı: Üniversite okusun, İngilizce öğrensin.

***

Kendimi ayırmıyorum. 1989 senesinde aylardır epey bozuk bir İngilizceyle Avrupa’da gezen birisi olarak Hollanda’da aniden açılıvermiştim. Bir anda dillendim. O günden (20 yaşımdan) beri dünyanın dört bir yanında İngilizce konuşurum. Yüzlerce İngilizce kitap okudum. Defalarca İngilizce konferans verdim, sunumlar yaptım, toplantılara katıldım ortaklıklar yaptım ama bir türlü kendimi ikna edecek kadar İngilizce öğrenemedim. Bu, sanırım bir çeşit ruh hastalığı. Rıza göstermeme hali. İlla bir Bülent Somay İngilizcesi olsun talebi.

Biz memlekette epey yer kaplayan bir grup insan hayatımız boyunca İngilizce öğrenmeye çalışıyoruz. Ve bitmiyor bu. Arkadaş görünce şaka olsun diye üzerine araba sürmek, iş makinası seyretmek filan gibi saçma ama üzerimize yapışık bir yerli ve milli bir özelliğimiz bu.

Niye?

***

Ben böyle değildim. Hatta tam ters tercihlerim de oldu. Örneğin Hacettepe Üniversitesi’nin Matematik bölümüne isteyerek ve sırf Türkçe diye girdim. Matematikçi olmak istiyordum. Matematik gibi kendi dili olan bir şeyi İngilizce okumayı saçma bulduğum için öyle yaptım. Fakat gördüm ki bölümde matematikçi olmak isteyen bir tek ben varmışım. Geri kalanlar öğretmen olmak, üniversite bitirmek, askerliğini yedek subay olarak yapmak filan gibi niyetler sahibiydi. Meğer hakikaten matematikçi olmak isteyenler ODTÜ yahut Boğaziçi’ye gidiyormuş. Matematiği İngilizce okumak şart değilmiş ama daha iyi olurmuş.

***

Büyük oğlumun okuduğu okulun İngilizce konusunda başarısız (Başarısız olanın okul olduğunu biliyorum çünkü oğlan sınıfa göre iyi.) çıkması üzerine de evde mekanizmaya daha fazla kafa yormaya karar verdik. Nitekim ailede 50’sine gelmiş hâlâ İngilizce öğrenmeye çalışan bir kişi yeter.

Makaleler okuduk. Arkadaşlarımıza danıştık. Zaten bildiğimiz şeyler içinde yeni yöntemler öğrendik. Malumunuz öğrenmek bir yandan da edinmekle ilgili bir süreçtir. Örneğin birisinin ayrımcılığın kötü bir şey olduğunu öğrenmesi için bu konunun tekniğine hakim olması, uzun uzun ne olduğunu anlatabilmesi yetmez. Keza bir yığın insan da sorsanız ayrımcılığın, nefret suçunun ne olduğunu anlatamaz ama nerede görse tanır, kötü olduğunu bilir. Bu bilgiyi edinmiştir çünkü. Aynı şekilde İngilizce öğrenmesi için de past perfect tense’i üç metreden tanıması yetmez.

Çocuk dediğin 2 yıl sükunetle dinleyip bülbül kesiliyor sonra. Lakin hiçbir çocuk da edat kelimesinin anlamını bilmiyor. Yahut konuşabilen hiçbir yetişkin dönüp “şimdi bu zamiri kullanmam şart mıydı” diye düşünmüyor. Yani dilbilgisi okuma yazma konuşma yahut anlama ile düşündüğümüz kadar ilgili değil. Yeterli hiç değil.

Peki ne yapacağız? Gramer bileceğiz, çalışacağız ama daha çok okuma yazma konuşma yahut anlama ile ilgili anlamlı vesileler yaratacağız. Özellikle ikinci kere seyredilen filmler, çizgifilmler İngilizce olacak, İngilizce şarkılar sözleri elde dinlenecek hatta karaoke yapılacak, italki.com yahut cambly.com yahut daha güzeli work and travel ile gezinenler arasından anadili İngilizce olan birileri bulunacak ve onlarla sohbet edilecek. Kullanılan elektroniklerin arayüzleri İngilizceye çevirilecek. İngilizce hikayeler okunacak, oyunlar oynanacak, YouTuberlar bulunacak, İngilizce not tutma alışkanlığı edinilecek… Hepsinden önemlisi bunlar sıkıcı olmayacak, görev olmayacak, hayata serpiştirilecek. Bu meşakkatli mücadele sonunda da İngilizce olayı tamamlanacak. (Sonra artık Latince, Sanskrit dili filan bakacağız. Çocuk dediğin çabuk öğreniyor. Mesela benim çabuk öğrenmekle kalmayıp inşaata başlayan küçük oğlum geldi geçenlerde “I don't yes dedim ona. Lafı ben yaptım. Biliyorum demek.” dedi. Ben de “Nasıl yani” dedim tabii. Cevap çok basitmiş: “I don't no var ya, ondan yaptım. I don't yes.”)

***

Peki devletimiz milletimiz bu konuda bir şey yapamaz mı? Ders saatlerini arttırması filan yetmiyor. Üstelik (matematik öğretmenleri alınmasınlar lütfen, gözlem benimki sadece) İngilizce öğretmenleri ne bileyim matematik öğretmenleri gibi de değil. Hakikaten biliyorlar.

Yukarıda anlattığım sebeplerle İstinye Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Doç. Dr. Ali Işık’ın “İngilizce Nasıl Öğrenilmez?" kitabını hızla okudum. Hızla okudum çünkü maalesef kitap kişisel gelişim kitabı olabilsin diye aşırı basit tutulmuş ve laf biraz fazla uzatılmış.

Ama ben kitap sayesinde kişisel olarak biraz geliştim. Bir konuya uyandım: Türkiye’de İngilizce öğrenmede Yekta Kopan faktörü.

Bizde maalesef seslendirme mevzuu çok iyi. O kadar iyi ki mesela Ekşi Sözlük’te Jim Carrey’nin Yekta Kopan’ı seslendirmesi diye giriş var. Halbuki Yekta Kopan (ve tabii Macide Tanır, Dinçer Sümer, Semih Sergen, Asuman Korat diye giden upuzun liste) bu işi bu kadar iyi yapmasaydı bugün belki hepimiz bülbül gibi İngilizce konuşuyorduk.

Ali Işık da konuyu şöyle anlatıyor:

“Türklerin dünyada en başarılı oldukları konulardan biri, maalesef, filmlerin seslendirmesidir. En azından (mali açıdan) sigara içme veya trafik kazası oranlarımız kadar zararlı olan bu alışkanlığımız, milyarlarca liramızın yabancı dil eğitim kitapları vasıtasıyla dışarıya akmasına, binlerce insanın onca zamanını ve parasını gramer merkezli yabancı dil “öğretim” programlarına harcamasına yol açmaktadır. Yanı başımızda Yunanistan, bizden çok farklı olmayan yabancı dil eğitim kalitesine karşın, filmleri altyazılı olarak yayınlamak suretiyle vatandaşlarının İngilizce becerilerini bizden çok daha ileri seviyeye getirebilmektedir.”

Lakin konu bu kadar basit değil tabii. Yekta Kopan da cevap hakkını kullanmış. Üstelik bana haber vermeden.

Nilay Örnek'in artık 47 tane olmuş "Nasıl Olunur?"unu takip ediyor musunuz bilmiyorum. Ben ediyorum zevkle.

Yekta Kopan ile konuşmuş. (Yekta benim çocukken sesiyle tanıdığım, hep hayranlık duyduğum, delikanlılık yaşlarından beri arkadaşlığından gurur duyduğum birisi. Ama işte şu İngilizce meselesi. Neyse.)

Nilay Örnek, yazmadığım yazıyı okumuş gibi yaparak “Şimdiki çocuklara erken yaşta İngilizce öğretilmeye başlanıyor, altyazılı filmler seyrediyorlar.” diyor ve evvel doğanların sadece seslendirmeyle büyüdüğünden dem vuruyor. Hatta küçükken Aşk Gemisi’ni Türk dizisi sanırmış. E tabii hepsi mükemmelen Türkçe konuşuyor.

Yekta Kopan başka yerden geliyor. Filmi, diziyi orijinal seyretmenin hakkını teslim ettikten sonra örnekliyor. Almanya, Fransa, İtalya’da vizyona giren beher filmin yarıdan fazlasının dublajlı kopyayla girdiğini çünkü dili doğru konuşarak yaşatmanın bir yolu, bir dil, kültür politikası olarak bunun böyle olduğunu anlatıyor. Türkiye’de de özellikle 1970-2000 arası yapılan seslendirmelerin Türkçeye katkısını gözardı etmemek lazım diyor.

Haklı tabii. Ama bizleri Aşk Gemisi’ni Türk işi zannettirecek kadar dublaj yoğun bir hayatımız olması da şart mıydı yahu? Arada İngilizce de duyaydık.

(Bu arada seslendirme konusunda da kafam karışık. Bu yazı için kendimi feda edip bir beş dakika Star Wars izledim dublaj, hakikaten zulümdü. Bilo’yu (İlyas Salman) İngilizce seslendirin sonra seyredin olacak iş mi? Ama ya kedi yiyen Alf? Alf'teki Müşfik Kenter'i düşünsenize. Bence orijinalinden iyi. Geçtiğimiz yıllarda özleyip orijinalini seyretmeye kalkışmıştım, olmadı açıp dublajlısını seyrettim. Velhasıl bence Buz Devri’nde Alf’te dublaj. Ama Godfather’da Star Wars’da ve benim için (eminim Yekta Kopan için de) pek çok şeyde orijinal.)

***

Evet. Hakikaten İngilizce öğrenmek meselesi bir takıntı. İngilizce uğruna harcanan kalorilerle memleketin bütün enerji sorunu çözülebilir.

Peki değer mi bu kalorilere?

Bu fetiş neden? Bu tip bir şey fetiş olacak kadar kıymetli olmamalı netekim. Hele yetişkin birisi boşverebilir tabii ki. Hayatta “dışa açılmanın” da öğrenmenin de işini yapmanın da içinden İngilizce geçmeyen bin türlü yolu var.

Üstelik birbirini anlama faslı da kafamızda büyüttüğümüz kadar değil. Konuşulan dil iletişimin küçük bir bölümünü oluşturuyor. Benim özellikle Hindistan, İspanya, Arnavutluk ve Meksika’da neredeyse hiç ortak kelime bilmeyip sabahlara kadar sohbet ettiğim insanlar oldu. Buna mukabil bir yığın Türkçe konuşanla da ortak dile rağmen iletişemediğim de kesin.

Bütün bunlara rağmen içinde internet olan bir hayatta özellikle genç birisi, çocuk birisi İngilizce öğrense iyi olur. Kafasının kendi mahallesine, ülkesine tıkılıp kalmaması için, zihin açıklığı için iyi olur.

Bu konuda dünyanın İngilizce konuşmayan kısmının yani bizlerin bir şansı daha var üstelik: Anadilimiz İngilizce değil. Anadili İngilizce olanların fabrika ayarlarında bir linguistik kibir var. Başka dil öğrenmiyorlar. Halbuki iki dil bilmek bir dil bilmenin iki katından üç dil bilmek bir dil bilmenin üç katından çok daha fazlası.

Dünya tek bir dili konuşsaydı güzel olmazdı. Anadiller yaşasın. Ama dünya tek bir ortak dili de konuşsaydı yani başarılı bir Esperanto projesi olabilseydi nefis olurdu.

İngilizce yavaş yavaş bu oluyor. Bugün dünyanın en çok konuşulan dili “broken English” yani bozuk İngilizce. Ve bu bozukluk git gide düzeliyor. İyi oluyor.

Sadece İngilizce mi? Hayır. İlk çocuğum olduğunda “Önem sırasıyla şunları çok iyi öğrenecekler: Türkçe, matematik, İngilizce. Gerisini bu üçü öğretir.” demiştim.

Hakikaten bence bu üçünü herkes iyi öğrenmeli. Bu üçü geri kalan her şeyi öğretmeye muktedir.

Allah bütün İngilizce konuşmaya çalışanlara Fatih Terim özgüveni versin.


Metin Solmaz Kimdir?

1969′da doğdu, Ankara’da büyüdü. İstanbul, Fethiye, Lapta, Lefkoşa ve Bodrum’da yaşadı. 1990 yılından bu yana yazılı basında ve muhtelif internet sitelerine yazıyor. siberalem.com, idefix.com, Overteam ltd ve Ağaçkakan Yayınları kurucularındandır. Kitapları: Kenardaki Milyonerler (1992, Korsan), Rock Sözlüğü (1994, Pan) Türkiye’de Pop Müzik (1996, Pan), Türkiye’ye Ait 100 Büyük Yanılgı (2015, Ağaçkakan), Erken Adam Hikayeleri (2016, Pan), 100 Ne Olacak Bu Memleketin Hali (Hazırlayan, 2016, Ağaçkakan) Facebook: MetSolmaz | Twitter: @metinsolmaz