YAZARLAR

Şeker Çocuk: Paslanmış bir baba-oğul ilişkisi…

Filmin oyuncuları, karakterlere gerçekten tam anlamıyla ‘inanmamızı’ sağlıyorlar. Filmin senaryosunun da sahibi Shia LaBeouf, adeta tanınmaz bir yüzle, sadece dev Hollywood prodüksiyonlarında gösterdiği oyunculuktan çok daha geniş bir paleti olduğunu kanıtlıyor.

Başta Hollywood olmak üzere dünya sinemasında ‘çocuk yıldız’ olmuş daha doğrusu daha çocuk yaşta ‘star’ mertebesine ulaşmış karakterleri anlatan filmler hassas ama aynı zamanda da iddialı yapımlar olarak göze çarpar. Bu ‘yükselme’ hikayelerinin ardında bazen ciddi bir travma ve baskı (en son ‘Judy’ filminde gördüğümüz gibi) yatar, bazen ise kendisini birden bu sektörün ortasında bulan çocuklara kol kanat geren, yol gösteren ‘mentor’ kişiler olur ve bu ‘dönüşüm’ pek sancılı geçmez.

Bu hafta sinema salonlarımıza uğrayan Alma Ha’rel’in son filmi (ve ilk uzun metrajlı sinema filmi) bir çocuk televizyon yıldızının hayatından yola çıkarak onun neye özlem çektiğine, nasıl ‘büyümeye’ çalıştığına ve nasıl çevresini etkilediğine hatta şekillendirdiğine ışık tutuyor.

Oyuncu Shia LaBoeuf’in senaryosunu imzaladığı hikaye, Otis adındaki bir çocuk yıldızın, kendisine eşlik eden ama aslında amiyane tabirle ‘bir baltaya sap olamamış’ babasıyla olan hayatına ve ‘paslanmış’ ilişkisine eğiliyor. Ortaya çıkan sonuç ise ne bir dram, ne de şematik bir ‘biopic’ (ünlü birinin hayatını anlatan filmler) olarak yorumlayabileceğimiz bir film… Daha çok yüreğimize dokunan ancak hiçbir şekilde ‘duygu sömürüsü’ tuzağına düşmeyen hoş, incelikli ve her açıdan dozunda bir yapım oluyor.

22 yaşındaki Otis, belli bir sinema kariyerine sahip, yaşına göre yakışıklı ve enerjik genç bir oyuncudur. Bir bardan çıkıp, geç saatlerde, alkollü olarak arabasıyla ağır bir kaza yapar. Daha önce de benzer kazalara karıştığı için Otis, zorunlu olarak bir sağlık merkezine gönderilir. Bu sürede kendi geçmişini ve çocukluk zamanlarındaki babasıyla olan bağını sorgulamaya başlar…

ACILARIN ÇOCUĞU DEĞİL!

Filmin belki de asıl kahramanı olan 12 yaşındaki (yani geçmiş zamandaki) Otis, aslında acımaya çok müsait, her açıdan savunmasız ve mutsuz olmak için gerekli nedenleri barındıran bir ortamda sunuluyor. Her ne kadar kendisi televizyon için yapılan çocuk filmlerinde ünlenmiş ve para kazanan biri olsa da, annesi ve babası uzun bir süre önce boşanmış olan Otis, ‘prefabrike’ tarzında küçük bir evde yaşayan, komşu olarak oldukça ‘alt’ sosyal tabaka insanların arasında ve kendisine soğuk ve ilgisiz davranan ama ‘ekmek kapısı’ olduğu için ona eşlik eden babasıyla yaşayan bir karakter.

Ancak senaryonun inceliği ve yönetmenin ‘nüanslı’ dokunuşları işte bu noktada devreye giriyor, çünkü Otis’in yaşadığı ortam çok hoş olmasa da kolayca ‘dönüşebileceği’ gibi bir ‘cehennem’ ortamı değil… Evet, kuşkusuz Otis’in babasıyla yaşadığı prefabrike-karavan bozması ev ideal bir ‘yuva’ gibi durmuyor. Ama ana karakteri bu durumdan sürekli şikayet eden, burada yaşamaktan dolayı ‘mutsuz’ biri gibi görmüyoruz. Aynı şekilde çok kısıtlı bir arkadaş çevresi var ve etrafındaki insanlar kimsenin komşu olarak seçeceği kişiler gibi görünmüyor. Ancak bu komşular da birkaç fahişe dışında ‘zararsız’ duruyorlar. Son olarak dediğimiz gibi babası kendisine karşı biraz ilgisiz ve işsiz, parasız, sabıkalı bir serseri olduğu halde oğluna karşı ciddi bir eziyet ve baskıda da bulunmuyor. Hatta bazı durumlarda babayla oğul arasındaki ilişki genel olarak sorunsuz olarak akıyor. Dolayısıyla filmin ana karakteri Otis, acı dolu bir ortamdan çıkmaya çalışmıyor, sadece ‘dengeli’ bir şekilde büyümeyi ve babasıyla ‘para kazandıran’ küçük bir star gibi değil normal bir çocuk gibi ilişki kurmayı istiyor…

BABA ASLINDA BİR ‘ÇALIŞAN’…

Filmin bir diğer ana karakteri, baba James Lort ise ilk bakışta seyircilere sevimsiz hatta itici birçok özelliğe sahip gibi duruyor. Dediğimiz gibi kendisi evliliğini yürütememiş, zamanında alkolik ve uyuşturucu madde bağımlısı olmuş, işsiz, oğlunun gittiği film setlerinde karşılaştığı kadınlara ‘asılan’ ve bütün bunların yanında da oğluna karşı pek de şefkatli davranmayan bir baba figürü… Hatta bir keresinde, ısrarla oğlundan eski karısının yeni eşini (Otis’le çok iyi anlaşan) yemeğe davet etmesini isteyip, sudan bir sebeple kavga çıkarıp, daveti mahvediyor.

Bütün bunlara rağmen James karakterinden nefret etmiyoruz, özünde çok kötü bir adam olduğunu düşünmüyoruz. Çünkü onu bütün kusurlarına rağmen daha çok ‘çaresiz’ bir adam gibi görüyoruz. Senaryo ve yönetmen bu karakteri ‘güçlü’ bir kişi gibi kullanmıyor. Her ne kadar oğluna eşlik etse de James, onun kontratlarına müdahale eden, pazarlıklarını yapan yani bir şekilde Otis’in kariyerini yönlendiren biri değil, sanki oğlunun emrinde bir ‘çalışanı’ gibi görünüyor. Sadece onun özel şoförü gibi, Otis’i setlere götürüyor getiriyor, çok nadiren onun rollere hazırlanmasına yardım ediyor ve parasını genelde oğlundan alıyor. Dediğimiz gibi sanki oğlu babasının asıl patronu gibi duruyor… (bunu bir yerde Otis de dile getiriyor!) James bir tür ‘büyük çocuk’, veya ‘büyüyememiş yetişkin’ izlenimi veriyor.

BÜYÜMENİN SANCILARI

Otis karakteri doğal olarak bu ‘kısıtlı’ ve ‘ilgisiz’ ortamda büyümeye ve babasından bulamadığı şefkati bulmaya çalışıyor. Komşularından biri olan genç bir fahişeyle kurduğu bağ ise doğal olarak cinselden ziyade duygusal oluyor. Bu sekanslarda bu 12 yaşındaki çocuğun yalnızlığını, sevgi eksikliğini ve kırılganlığını seyirci olarak adeta iliklerimize kadar hissediyoruz. Babasının ve dolayısıyla kendisinin de yabancı kaldığı bir ‘şefkat’ dünyasında, bu genç kız adeta onun ‘umut ışığı’ haline geliyor, aynı zamanda sanki onun büyümesine de yardım ediyor. Otis ‘ilgi duyulma’ kadar sorumluluk alma, karşılığını verme, bağımsız olma gibi durumlarla ve duygularla tanışıyor.

Bu ‘yeni dünya’ sonunda, babasının da kendisine doğru bir adım atmasıyla adeta bir üst seviyeye yükseliyor. James’in sonuç olarak oğlunun ‘eline baktığını’ kabul etmesi ve oğluna bir sigara ikram etmesi (her ne kadar o yaşta bir çocuğun sigaraya başlaması çok yanlış olsa da) çok güçlü bir sembol haline dönüşüyor. Sanki bu özgürleşme ve büyüme sembolü babasının kollarında tam kıvamını buluyor.

Kameranın arkasında usta görüntü yönetmeni Natasha Braier filmin atmosferine inanılmaz bir katkı yapıyor. Filmindeki anlatımı güçlendirecek kadrajlar seçiyor, yönetmenin düşmediği duygusal tuzakların altını, kurduğu ambians ve görüntülerle çiziyor ve karakterlerle beraber ‘nefes almamızı’ sağlıyor. Asla iddialı kadrajların peşinde koşmadan filmin ‘dozunda’ ölçüsüyle paralellik sağlayan bir iş çıkarıyor.

Filmin oyuncuları, karakterlere gerçekten tam anlamıyla ‘inanmamızı’ sağlıyorlar. Filmin senaryosunun da sahibi Shia LaBeouf, adeta tanınmaz bir yüzle, sadece dev Hollywood prodüksiyonlarında gösterdiği oyunculuktan çok daha geniş bir paleti olduğunu kanıtlıyor. Giderek daha sık, önemli filmlerde izlemeye başladığımız Lucas Hedges etkileyici bir 20’li yaşlarda Otis portresi çiziyor. Ancak bizce filmin asıl göze çarpan performansı, Otis’in 12 yaşını canlandıran çocuk oyuncu Noah Jupe’den geliyor. Daha önce özellikle ‘Suberbicon’, ‘Ford vs Ferrari’ veya ‘A Quiet Place’ gibi filmlerle dikkatimizi çeken Jupe adeta bir yetişkin oyuncu gibi rolünü tam olarak sırtlıyor ve bizce muazzam bir oyunculuk sergiliyor. Karakterinin yaşadığı her duyguyu, asla aşırıya kaçmadan, etkileyici yüz ifadeleriyle destekleyerek seyirciye geçiriyor.

‘Honey Boy’ duygusal bir hikayenin nasıl hiçbir ‘ucuzculuğa’ veya ‘sömürmeye’ kaymadan, layığıyla beyaz perdede yerini alması açısından adeta ‘ders’ niteliğinde bir film. Yönetmenlik, kamera yönetimi, senaryo ve oyunculuk açısından bizce hiçbir sinemasever es geçmemeli! Şunu da ekleyerek bitirelim: ‘Honey Boy’un Alma Ha’rel ilk uzun metrajlı sinema filmi olduğunu göz önüne alırsak açıkçası sonraki filmlerini şimdiden sabırsızlıkla beklemeye başladık!

Yönetmen: Alma Ha’rel

Oyuncular: Shia LaBeouf, Noah Jupe, Lucas Hedges, FKA twigs, Byron Bowers, Laura San Guiacomo, Martin Starr, Natasha Lyonne…

Ülke: ABD


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .