YAZARLAR

Noémi Lévy-Aksu: Bekçilere silah vermek İttihat ve Terakki’nin fikriydi

II. Abdülhamit ile İttihat ve Terakki döneminde polis, bekçilik ve kabadayılık “müesseseleri” üzerine çalışmış olan tarihçi Noémi Lévy’ye göre Türkiye’de bekçilik tartışması yanlış yürütülüyor. Bekçilerin, otoriter rejim uygulamalarının sadece küçük bir boyutu olduğunu söyleyen Lévy, esas odaklanılması gereken hususun, iktidarın meşruiyet kaygısı gütmeden toplum üzerindeki denetim faaliyetlerini artırması ve esin kaynağının II. Abdülhamit değil, Jön Türkler olması. Lévy’nin aktardığına göre bekçilerin silahlandırılması fikri de esas olarak İttihat ve Terakki’nin 1914’teki projesiydi.

Gazete Duvar yayın yönetmeni Ali Duran Topuz, bekçiler üzerine önemli bir yazı dizisine başladı. Topuz’un yazı dizisinin ilk bölümünün başlığı, Ernest Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanını çağrıştırıyor: “Bekçi Baba 1: Düdükler kimin için çalıyor?” Ayıp olmasa, Topuz’un bu yazısını, aşağıdaki mühim söyleşinin girişine olduğu gibi koymayı isterdim ama linkiyle yetinelim: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/02/01/bekci-baba-1-dudukler-kimin-icin-caliyor/

Sahi, düdükler kimin için çalıyor? Her yer polis kaynıyorken, nereden çıktı bu bekçi “nostaljisi?” Dahası, iktidar neden bu işe “bekçi baba” nostaljisiyle başlayıp daha sonra bizatihi kendisi bu söylemi külliyen terk etti?

Polis, bekçi ve kabadayılığın tarihine ışık tutan ender çalışmalardan biri olan Osmanlı İstanbulu’nda Asayiş (1879-1909) kitabının yazarı, barış metnine imza attığı için ihraç edilene kadar Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde hocalık yapan Noémi Lévy-Aksu’ya kulak veriyoruz…

2017 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkan Osmanlı İstanbulu’nda Asayiş (1879-1909) isimli kitabınızda, II. Abdülhamit ile İttihat ve Terakki dönemi İstanbul’unda polis, bekçilik ve kabadayılık “müesseselerini” irdeliyorsunuz. Bu konu ve o dönem neden ilginizi çekti?

II. Abdülhamit dönemi hem polis teşkilatı hem de devletin dönüşümü açısından çok önemli. 1879 yılı polis tarihinde Zaptiye Nezareti’nin kurulduğu, 1909 ise bu kurumun lağvedilip yerine Emniyet Umumiye Müdüriyeti’nin konduğu tarihtir. Dolayısıyla çalışmamı sadece Sultanlık dönemiyle sınırlandırmayıp İttihat ve Terakki dönemine de bakmayı gerekli gördüm. Osmanlı’da polis teşkilatının ortaya çıkmasının mahalledeki aktörleri, geleneksel asayiş sorumlularını veya asayiş bozan unsurları nasıl etkilediğini merak ediyordum.

Osmanlı’da polis teşkilatı neden ve ne zaman kuruldu?

Yıllar önce katıldığım bir konferansta biri “Göbeklitepe’de de polis vardı” diyerek, polisin tarihinin nereye kadar uzandığına dair ilginç bir laf etmişti. Kamu düzenini veya iktidarı korumaya çalışan güçler her zaman olmuştur ve bunlara da polis diyebiliriz. Fakat ordudan ayrılmış, şehirlerin içinde etkinlik gösteren yeni bir kuvvet olarak modern polise geçiş konsepti 19. yüzyılda ortaya çıkıyor. İngiltere, Fransa ve giderek diğer ülkelere de yayılan bir konsept Osmanlı’da da uygulanıyor.

Noémi Lévy-Aksu

'MODERN POLİS, İŞÇİ SINIFINA KARŞI DENETİM AYGITI OLARAK DA ORTAYA ÇIKTI'

Neden 19. yüzyıl peki?

Çünkü sanayileşme artıyor ve şehirler kalabalıklaşıyor. Ayrıca modernleşen devlet, esas olarak işçi sınıfına karşı daha fazla denetim aygıtına ihtiyaç duyuyor. Bütün unsurlar bir araya geldiğinde, yeni bir kurum, yeni bir kuvvet tesisine başvuruluyor. Osmanlı’da bu anlamda bir polis teşkilatı, Batı Avrupa’dan biraz daha geç kuruluyor. Fakat Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla birlikte Osmanlı devleti, güvenlik mekanizmalarını baştan aşağıya tekrar düşünmek zorunda kalıyor. Yeniçeri Ocağı 1826 yılında kaldırıldıktan sonra, hem kırsal hem de kentsel mekânda görev alacak bir kuvvetin inşası üzerine düşünülüyor ama bu proje gerçekleşmiyor. Nihayet II. Abdülhamit döneminde, 1879 yılında Zaptiye Nezareti’nin, bir tür polis bakanlığı olarak kurulmasıyla birlikte ilk defa modern polis kuvvetinin oluştuğunu ve bunun da ilk aşamada esas olarak İstanbul için işlevselleştirildiğini görüyoruz. 1909’da, Jön Türk devriminden sonra ise bu kurum lağvedilip İçişleri Bakanlığı bünyesinde, Emniyet Umumiye Müdürlüğü’ne dönüştürülüyor.

Peki bekçilik sistemi ne zaman devreye konuyor?

Bekçilik, modern polisten öncesine dayanan, kimine göre tarihi Bizans’a kadar uzanan bir güvenlik aygıtı. Sadece Osmanlı’da değil, pek çok ülkede bekçi sistemi var. Bu geleneksel aktörleri Evliya Çelebi’nin aktarımlarında da görüyoruz.

Kitabınızda aktardığınıza göre Evliya Çelebi, İstanbul’da 12 bin bekçi olduğunu söylüyor…

Evet ama Evliya Çelebi’nin abartıcı yönünü bildiğimiz için bu sayı çok gerçekçi görünmüyor. Bununla birlikte Evliya Çelebi, bildiğimiz bekçi figürüne çok yakın bir resim çiziyor: Mahalleleri dolaşan, geceleri güvenliği sağlayan, sopalarla gürültü çıkararak mahalleliye saat başlarını hatırlatan, Ramazan’da sahur vaktini haber veren insanlar.

Osmanlı İstanbulu’nda Asayiş (1879-1909), Noémi Lévy-Aksu, İletişim Yayınları, 2017

'ABDÜLHAMİT DÖNEMİNDE BEKÇİLER, MAHALLE HAKKINDA İSTİHBARAT TOPLAMAKLA GÖREVLENDİRİLİYOR'

II. Abdülhamit’in polis teşkilatını kurmasıyla birlikte bekçilik müessesinde bir dönüşüm yaşanıyor mu?

Polis, net bir şekilde yerel kuvvet olarak ortaya çıkıyor. Kentin mahallelerine de girip denetim işlevini üstleniyor. Bu denetim alanı sadece siyasi tehditleri değil, aynı zamanda “ahlakı” veya “toplum düzenini” bozabilecek her türlü hareketi kontrol etmeyi de içeriyor. II. Abdülhamit döneminde bekçilerin, polislere verilen talimatnamelerde anıldığını biliyoruz. Bekçiler, esas olarak polisin yardımcı kuvveti olarak görülüyor ve özellikle mahalle hakkında bilgi, istihbarat toplamakla görevlendiriliyor. Yani bekçilik, sayısal olarak da yetersiz olan polis sistemine eklemleniyor.

Kitabınızdan anladığımız kadarıyla bekçiler maaşlarını devletten almıyor, değil mi?

Hayır, maaşlarını devletten değil, mahalleliden alıyor gibi görünüyorlar. Fakat Abdülhamit dönemi polis arşivlerinde, bu konuda kafada soru işaretleri yaratabilecek çeşitli kayıtlara rastlamıştım. Örneğin “bu bekçi işe yaramıyor, uyumsuz, görevden alıp başka bir yere tayin edelim” türünden raporlar var. Oysa öncesinde bekçiler mahalleli tarafından seçilir ve maaşları da yine onlar tarafından ödenirdi. Belki zamanla görevlendirme veya işten atma işini devlet veya polis teşkilatı yapmaya başlarken, maaşları yine yerel halk tarafından ödendi, net bilemiyoruz.

'ABDÜLHAMİT’İN BEKÇİLERİ 'MAHALLENİN ADAMI' AMA 'DEVLETİN GÖZÜYDÜ''

Peki polis teşkilatı hakkında çalışırken hangi aşamada bekçiliğin de tarihine eğilmeye başladınız?

Aslında çalışma yaparken bulduğum 1907 tarihli bir defter belirleyici oldu. Defterde İstanbul’da görev yapan 1300 küsur bekçinin listesi, yaşları, geldikleri memleket, faaliyet gösterdikleri mahalleler belirtiliyor. Bu defterdeki veriler, eksiklikleri dolayısıyla bizi bir istatistiğe götüremez ama böyle bir listenin tutulmuş olması ve içeriği bile bazı hususlarda fikir verici. II. Abdülhamit devrinin gerçek bir geçiş dönemi olduğunu gösteren esas husus, bekçilerin gerek yaş, gerekse geldikleri memleket itibariyle hâlâ yerel, “mahalleli insan” olmaları. Çünkü ulaştığım defterdeki kayıtlara göre, polislik kriterlerinden farklı olarak 15 yaş ila 80 yaş arası bir bekçi profili ortaya çıkıyor. Ayrıca dikkate değer bir hemşehrilik söz konusu. İstanbul’daki bekçilerde Malatya, Harput, Karadeniz bölgesi kökeni öne çıkıyor. Özetle, Abdülhamit döneminde bekçi hâlâ “mahallenin adamı” ama giderek “devletin gözü” haline gelmiş durumda.

Yani bekçiliğin, Abdülhamit devri istibdat yönetiminin en yerel, en alt birimi olduğunu söyleyebilir miyiz?

Bekçileri daha çok gazete makalelerinde, “şunu dövdü”, “şu hırsızı yakaladı” türünden üçüncü sayfa haberlerinde görüyoruz. Bekçiler, Abdülhamit devrinde aynı zamanda bir şikâyet konusu. Özellikle Avrupalılar veya gayrimüslimler, her saat başı gürültü çıkarmalarından rahatsız. Ayrıca Ermeni devrimcilerin 26 Ağustos 1896 tarihinde yaptıkları Osmanlı Bankası baskınından sonra bekçilere daha fazla alan verildiğini, bekçilerin Ermeniler tarafından işletilen dükkânlarda, Ermenilerin yaşadığı mahallelerde daha fazla denetim faaliyetinde bulunduğunu görüyoruz. Bununla birlikte devletin bekçiler üzerindeki daha sıkı kontrolünün ise Abdülhamit’ten ziyade İttihat ve Terakki devrinde başladığını söylemek gerekiyor.

'AKP, 2007’DEN İTİBAREN 'BEKÇİLERİN NESLİ TÜKENMEK ÜZERE' DEMİŞTİ'

Neden?

İttihat ve Terakki devriminden birkaç ay sonra, polisle ilgili çok yoğun bir tartışma başlıyor. Çünkü Abdülhamit dönemindeki Zaptiye Nezareti, istibdatla özdeşleşmiş ve en fazla itibar kaybetmiş kurumlardan bir tanesi. Dolayısıyla Zaptiye Nezareti’nin aynı haliyle Meşrutiyet döneminde varlık göstermemesi gerektiği varılan ortak kanılardan bir tanesi. Polisle ilgili tartışma, bekçiler konusunda da yürütülüyor. Meşrutiyet rejimine uygun modern bir polis teşkilatının tesisiyle birlikte, bekçinin de eskinin geleneksel mahalle aktörü olarak kalmayacağı sonucuna varılıyor. Fakat hem o dönemin polis arşivlerine hem de basına yansıyan tartışmalarda “nasıl bir bekçi” sorusuna yanıt verilemediği de görülüyor. İttihat ve Terakki daha az baskıcı, “halka yakın”, ama daha merkezi bir polis ve buna eklemlenmiş bir bekçi sistemi öngörüyor.

Osmanlı dönemi bekçilik tartışmasıyla 2000’li yıllar Türkiye’sinin bekçilik tartışmaları arasında nasıl bir mukayese yapılabilir?

AKP döneminde bekçilik sistemini yeniden canlandırma ve polis sistemine entegre etme fikri 2007 yılında başlıyor aslında. O dönemde bununla ilgili bir kanun teklifi de hazırlanmıştı. Buna göre çarşı ve mahalle bekçilerinin yardımcı hizmetler sınıfından çıkarılarak Emniyet hizmetleri sınıfına alınması öngörülüyordu. Hatta daha sonra bu teklifi sunan AKP’li milletvekili Yahya Akman, bekçilerin sayısının 7 bin 500'den 5 bin 792'ye düştüğünü belirterek, “Bekçilerin nesli tükenmek üzere, bu nedenle korunmaya alınmalı” demişti. Aslında 2000’li yıllarda canlandırılan “toplum destekli”, “halka yakın” bekçilik tartışması, Abdülhamit nostaljisinden ziyade İttihat ve Terakki’nin 1909-1910 tartışmalarını andırıyor.

'BEKÇİLERE SİLAH FİKRİ İTTİHAT VE TERAKKİ’NİN 1914’TEKİ ÖNERİSİYDİ'

Nasıl yani?

1910 yılında Bursa’da bir komisyon oluşturularak bekçilerin polis içinde yer alması öngörülüyor. Mayıs 1914’te de bununla parelel bir fikirle bekçiler hakkında bir yasa önerisi yapılıyor. Bu teklife göre bekçinin asli görevi polis yardımcılığı olacak ve silah da taşıyabilecek. Tabii 1914’te Birinci Dünya Savaşı patlak verdiği için İttihat ve Terakki’nin bu fikri 1920 sonrası, cumhuriyet tarafından hayata geçiriliyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında zaten bekçi, mahallenin geleneksel aktörü olmaktan çıkıyor. Nitekim 1925 tarihli bir okul kitabında, davul çalan yaşlı bir “bekçi baba” görürken, aynı kitabın iki yıl sonraki baskısında, aynı yazının resminde sakalı tıraşlı, yaşı genç, üniformalı bir bekçi görüyoruz. Cumhuriyet rejiminin bekçiyle ilgili dönüşüm arzusunu veya hedefini çok iyi simgeleyen bir görsel bu. Yani şimdiki iktidarın canlandırdığı, Abdülhamit devrinin değil, İttihat ve Terakki’nin tasarladığı, cumhuriyetin uygulamaya koyduğu, silah taşıyan, polisi andıran üniformaya sahip, genç, erkek bekçi.

II. Abdülhamit devrinde bekçiler silah taşımıyor muydu?

II. Abdülhamit devri kaynaklarında bekçilerin silahlı olup olmadığına dair bir kayıt yok. Daha çok sopayla birlikte anılıyor bekçiler. İttihat ve Terakki ise 1914’teki kanun teklifinde bekçilere silah verilmesini öngörüyor. Çünkü tıpkı bugün olduğu gibi İttihat ve Terakki de bekçiyi polisin bir parçası olarak kurguluyor. 2000’li yıllarda AKP, bekçileri “nostaljik” bir unsur olarak sunarken, şimdilerde silahlandırarak o nostaljinin dışında bir tasarıma gidiyor.

Abdülhamit’ten bugüne, ortada bir polis teşkilatı var. Buna rağmen neden ayrıca bir bekçilik müessesine ihtiyaç duyuluyor?

Bu çok temel bir soru ve net bir yanıtı yok ama birkaç ipucu söz konusu. “Yakın polislik” denen, halkta olumlu bir algı oluşturacak bir polis yaratma fikri epey eskiye dayanıyor. 1909’dan itibaren bir sürü polis eğitim kitabı yazılıyor. Bu kitaplarda esas olarak “polis halka yardım etmeli”, “halk tarafından sevilmeli” vurgusu öne çıkıyor. 2000’li yıllardan itibaren Polis Akademisi veya Emniyet Genel Müdürlüğü bu kitapları tekrar yayınlamaya başladı. Ben de o sırada sizin sorunuzu sormaya başladım. 2000’li yıllarda Polis Akademisi veya o çevreler “polis etiği” veya “polis ve etik” konulu kitaplar da yayınladı. O yıllarda bekçilik tartışması da bununla parelel bir biçimde yeniden canlandırıldı. Hatırlarsanız o zaman Emniyet Genel Müdürlüğü sokaklarda, “huzur” ve “hizmet” gibi kavramları kullanarak polisi daha olumlu bir şekilde gösteren reklamlar yayınlanmaya başlandı. Kısmen AB projeleriyle, kısmen de Polis Akademisi gibi teşkilat içindeki kurumlarca desteklenen bir imaj çalışmasıydı bu.

'AZ EĞİTİM, ÇOK YETKİ TEHLİKELİ AKTÖRLERİ ORTAYA ÇIKARABİLİR'

Bu imaj çalışmasına niye ihtiyaç duyuldu?

1990’ların işkenceci, baskıcı, kötü polis imajını “halka hizmet eden polis” imajıyla değiştirmek istiyorlardı. Zaten bu sürecin kritik sözcüğü “hizmet”ti.

Fethullahçıların bir tür kod olarak kullandıkları sözcüktü “hizmet.”

Tabii. Fakat bir zamanların “terör uzmanlarının” taşıyıcısı olduğu bu imaj projesinin sahası olarak da Diyarbakır, Mardin gibi iller seçilmişti. O zaman denetim ve hizmet ayrı kavramlar değil, bir bütün olarak ele alınıyordu. Keza “halka yakın polis”, aslında halkı daha yakından bilen, gözetleyen, dolayısıyla denetimi kolaylaştıran ama eskiye nazaran daha “meşru” bir unsur olarak kurgulanıyordu. Sadece Türkiye’de değil, genel olarak polis ve bekçinin meşruiyet sorunu önemli bir mesele. Türkiye’de her zaman polisin meşruiyet yaratma ihtiyacı oldu ama o meşruiyet sağlandıktan sonra nasıl bir yol alınacağı hiçbir zaman net olmadı. Çünkü o meşruiyet, hep baskının meşruiyeti olarak tasarlanmak istendi. Netice itibariyle 2000’li yılların “hizmet” veya “toplum polisi” hedefiyle yeni bekçilik projesi aslında birbirinin devamı niteliğinde.

Sizce şu anki iktidarın polis ve bekçinin meşruiyetini güçlendirmek gibi bir derdi var mı?

Söylemde bile yok! Yeni bekçilik sistemine yönelik tepkilerin kaynağı da bu zaten. İnsanların üstünü arayabilen, silah taşıyan ama polisten çok daha az eğitim gören, çok kolaylıkla bir baskı unsuruna dönüştürülebilecek bir aktör ortaya çıkarılıyor. Bu da 2016’dan itibaren, Güneydoğu’daki çatışmalar bağlamında gündemleşti ama zamanla tüm Türkiye’yi kapsar hale geldi. Sanırım çok fazla tasfiye operasyonu geçiren polis teşkilatının desteklenmesi, bu açığın kapatılması hedefleniyor. 45 gün gibi çok sınırlı bir eğitime karşılık çok büyük yetkilerle, üstelik silahla donatılan bir kuvvet çok tehlikeli aktörleri ortaya çıkarabilir.

Kitabınızda, Osmanlı dönemi bekçilerinin mahallenin “ahlakını” korumakla da görevli olduğunu, ancak hem polisin hem de bekçilerin pek çok suça bulaştığını, bu konudaki imajlarının pek de olumlu olmadığını aktarıyorsunuz. Şu anda bekçilere üst arama ve silah kullanma yetkisinin verilmek istenmesi üzerine de buna ilişkin kaygılar dile getirilmeye başlandı. Başta, erkeklerden oluşan bekçilerin kadınların üstünü arama yetkisine kavuşması olmak üzere bu müessesenin gündelik hayatta kadınlar aleyhine ciddi sorunlar yaratabileceği kaygısını dillendirenler var. Geçmiş deneyim bu konuda bize ne söylüyor?

Kadınlara veya farklı, “aykırı” gruplara karşı suistimale, şiddete varacak olaylar şimdiden çıkıyor ve bunun daha da artmamasının önünde bir engel görünmüyor. Bakın, etkili polis halkın içindeki polis mi, dışındaki polis mi tartışması İttihat ve Terakki’ye kadar gidiyor. Nitekim İttihat ve Terakki döneminde bekçilerin halkla iç içe olmaması, suça bulaşmaması veya suç ortaklığı yapmaması için sürekli görev yerlerinin farklı mahallelere kaydırılması projesi var.

'İKTİDAR, SÖYLEMDE BİLE BUNCA BEKÇİ-POLİS GÖRÜNÜRLÜĞÜNÜ MEŞRULAŞTIRMA İHTİYACI HİSSETMİYOR'

Toplum destekli polis fikri nereye dayanıyor peki?

Bu, Anglo-Sakson dünyasında ortaya çıkmış ve siyahların veya farklı etnik grupların yoğun olduğu gettolarda, bölgelerde “devletin” oradaki insanlarla “çalışması” hedefine dayanıyor. Çünkü devlet dışsal bir aktör olarak o bölgelere girdiği zaman hem tepki görüyor hem de işi zorlaşıyor. Fakat Türkiye’deki mevcut bekçilik uygulaması bundan uzak görünüyor. Bu bekçiler mahalleli değil, eğitimli değil ama yetkileri fazla. Çok riskli bir uygulama bu.

Kitabınızda II. Abdülhamit dönemiyle İttihat ve Terakki arasında şöyle bir mukayese yapıyorsunuz: “II. Abdülhamid döneminde Zaptiye Nezareti’nin verdiği talimatlarda, mahalle ile bütünleşmeleri ve halk ile kurdukları doğrudan ilişkiler nedeniyle, bekçiler değerli bir kaynak olarak görülürken; Jön Türk devriminin ardından tutulan zabıtlarda ise söz konusu bütünleşme bir sorun, hatta bir tehdit olarak algılanmaktadır. Mahalle artık devletin temsilcileri tarafından, alanda ve sakinler üzerinde etkin ve tek tip bir denetim sağlayacak objektif ve rasyonel yöntemler kullanılarak, fethedecekleri, hatta boyun eğdirecekleri bir alan olarak görülmektedir. Bu amaç, Şerif Mardin’in mahallenin Jön Türklerin korkulu rüyası olduğu önermesine yeni bir ışık tutmaktadır.” Anlattıklarınıza bakılırsa AKP de Jön Türkler gibi, mahalleyi artık fethedilecek, tehlikeli bir alan olarak görüyor, değil mi?

Evet, mevcut iktidar mahalle dahil her türlü kavramsal veya somut alanı, denetim altında tutulması gereken bir hedef olarak algılıyor. Fakat muhtarların yüceltilmesiyle beraber iktidar, mahalleyi pozitif bir unsur olarak gördüğünü göstermek istiyor.

Neden?

Mahalle, muhtar üzerinden devletle, iktidarla beraber hareket ettiği, iktidarın politikalarına meşruiyet sağladığı sürece pozitif bir unsur. Öte yandan iktidarın söylemi, mahalleleri denetleme aracı olarak kullanılan bekçiler konusundaki meşruiyet yaratma kaygısına dayanmıyor. Uygulamaya bakıldığında da işaretler çok iyi değil. “Polis varken neden bekçi” sorusuna buradan da bir yanıt verilebilir aslında: Devletin varlığını hayatın her alanında artırmak, hissettirmek, göstermek. Her yerde üniformalı görevli göstermek, “devlet var” demektir. Peki o “üniformalı devlet” niye var diye sorulursa iki iddia dile getirilir: “Devletin halkı koruması” veya “devletin kendisini halktan koruması.” Şu an Türkiye’de hangisinin öncelikli olduğunu söylemeye gerek yok. Zaten demin de söylediğim gibi, iktidarın söyleminde bile bunca polis ve bekçi görünürlüğünü meşrulaştırma, “halka hizmet” söylemine başvurma ihtiyacı yok ve pratikte de bunu göreceğimizi hiç sanmıyorum.

İktidar, bekçiliği tam da korkutucu bir unsur olarak işlevselleştirmek istediği için meşruiyet söylemine başvurmuyor olabilir mi?

Evet, öyle düşünüyorum. Son yıllarda polisin uğradığı değişikliği yansıtan bir söylem değişikli hâkim zaten. Öte yandan basın kampanyalarındaki “halka hizmet eden”, “halkı koruyan”, “gençlerle iç içe” polis söyleminin yaygın olduğu 2000’li yıllarda da mesele söylemden ibaretti; uygulamayı hepimiz biliyoruz.

'BEKÇİLERİ DEĞİL, DEVLETİN REJİMİNİ TARTIŞMAK LAZIM'

Şu an yürütülen bekçilik tartışmasını izlerken ne düşünüyorsunuz?

Açıkçası ben bunun bir bekçilik tartışması olarak yürütülmesini çok yanlış buluyorum. Bir kere yapılan tartışma bekçi değil, polis tartışması. Sonuçta bekçilerin sadece ismi bekçi, yapıları ise yerel ve eğitimsiz polislik. Üstelik mevcut bekçiler üzerinden Osmanlı nostaljisine başvurmak, mukayese yapmak boşuna. Devlet bile artık bu bağlantıyı kurmaya çalışmıyor. Dolayısıyla bekçileri değil, devlet rejimini tartışmak lazım. Gerçek tartışma, şu anda bu ülkede polisin hedefleri, işkence ve zor kullanma konusundaki pratikleri üzerinden şekillenmeli. Kaldı ki iktidar bu yapının aktörlerini bekçi değil de “yerel polis” veya “mahalle polisi” olarak isimlendirseydi, o zaman sorun olmayacak mıydı?

O halde biz bu söyleşiyi daha baştan yanlış bir tartışmaya mı dayandırmış olduk?

Yanlış değil, çünkü geçmiş üzerinden bir mukayeseyle kavramları tartışmak önemli. Ama asli tartışma bu olmamalı. Çünkü bekçilik, uygulamanın çok çok küçük bir boyutu.

'KABADAYILARIN MODERN VERSİYONU MAFYALAR MI?'

Kitabınızın bir bölümünü de Osmanlı’daki kabadayılara ayırıyorsunuz. Osmanlı’da zaman zaman asayiş sorunu yaratsalar da, devletin veya polisin yerel bir aktör olarak kullandığı, bu nedenle zaman zaman suçlarını görmezden geldiği kabadayıların da nostaljisi yapılıyor. O dönemin kabadayılarını şimdi kimler temsil ediyor?

Tek bir kategoride değerlendirilmesi zor olan kabadayılar suç ve efsane arasında bir yerde duruyor. Bugünkü Türkiye için ancak soru sorabiliriz: Kendisine mahallenin “ahlakını” koruma görevi verenler mi kabadayıların modern versiyonu, yoksa mafyalar mı? Keza bazı insanların devletten güç alarak şiddete başvurması mı modern kabadayılık mı? Bilemiyorum.

Yine kitabınızdan bir alıntı yapalım: “II. Abdülhamid dönemine ait nizamname metinleri ve arşivdeki belgeler, polisin ana amacının rejimin ve Sultan’ın çıkarlarını korumak olduğu bir anlayışa tanıklık eder; bu anlayışta, halkın korunması ikinci plandadır, hatta söylemde hiç yer almaz. Toplumun gündelik denetiminin çeşitli yönlerinin, polis faaliyetleri içinde en az toplumsal elitin ve muhaliflerin denetimi kadar yer tutması bu tezi çürütmez, aksine destekler. Asayiş meselelerinin siyasallaşması ve devletin özel alana ait gibi gözüken yönleriyle de birlikte toplumsal hayatı denetleme eğiliminde olması, iktidarın polisi devlet müdahalesinin güçlenmesine hizmet edecek bir araç haline getirme arzusunun yansımasıdır…”

II. Abdülhamit ile İttihat ve Terakki dönemleri arasında, söylemsel açıdan çok önemli farklılıklar görünüyor. Çeşitli dönemlerde polis ya çatık kaşlı, düşmanların peşinden koşan, devletin muhafızı olarak, ya da halka yakın, halkın hizmetinde, güleryüzlü muhafızlar olarak gösterilir. Fakat esas tartışma söylem üzerinden değil, polisin pratiği üzerinden yürütülmeli. Zira II. Abdülhamit döneminden cumhuriyete ve bugüne kadar, söylem ne olursa olsun polisin devlet lehine baskıcı işlevi değişmedi. Türkiye, polislik modeli itibariyle her zaman Fransız modeline yakın durdu. Bu da baskıyı ve devletin korunmasını ön planda tutan bir model. Polisinin baskıcılığını sadece siyasi muhaliflere yönelik olarak yorumlamamak lazım. Devlet açısından en iyi polis, hem dar anlamda siyasi muhaliflerin peşinden koşan, hem de toplum denetimini sağlayan polis. Bugün olduğu gibi eskiden de topluma hizmet, topluma yönelik denetim faaliyetlerine göre her zaman kenarda kalmıştır. Türkiye cumhuriyeti tarihinde bundan hiç çıkılmadı.

'BUNCA OTORİTERLEŞMEYE RAĞMEN İKTİDARIN MAHALLE KORKUSU ÇOK FAZLA'

Şu an bekçiler üzerinden yerelde, mahallede daha da baskın hale getirilen denetim faaliyeti, iktidarın “mahalle” korkusundan mı kaynaklanıyor, yoksa bu, toplum üzerinde kurulan tahakkümün görünürleştiğine mi işaret ediyor?

Bence ikisinin ortasında bir yerdeyiz. Bunca otoriterleşmeye rağmen iktidarın mahalleyi kontrol edememe korkusu çok fazla. Beş kişi bir araya geldiğinde polis müdahale ediyorsa, bu, korkunun göstergesidir. Bekçiler bu denetim seviyesini bir kat daha artırabilir ama hükümet ve polis açısından esas soruya yanıt getirilmiyor.

Nedir o soru?

Meşruiyet nasıl sağlanacak?

İktidarın buna ihtiyacı var mı?

Sonuçta meşruiyet sağlamadığınız zaman, belki insanlar sokaklara çıkmaz, doğrudan tepki göstermez ama seçim de bir meşruiyet sorgulama sürecidir ve insanlar tepkilerini sandığa yansıtıyor. Denetimler her zaman artırılabilir ama meşruiyet sağlanmadığında denetim hükümsüz kalır. Bekçiler konusunda da herkes, hedefin evlere hırsız girmemesini sağlamak olmadığını biliyor. Bununla birlikte iktidarın meşruiyet kaygısı taşımaması da ayrı bir tedirginlik kaynağı oluşturuyor.


İrfan Aktan Kimdir?

Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.