YAZARLAR

Kızılay'la gelen AKP Kızılay'la gider

Kızılay gibi yardım kuruluşları başta olmak üzere tüm kurumlardaki laçkalaşma ve ideolojik devlet uygulamaları, rüzgar olup şişirmişti AKP’nin yelkenini. O gün halkın bizar olduğu her şey bugün AKP eliyle yapılırken bazıları, halk desteğinin ilk dönemlerdeki gibi sürdüğünü sanıyorsa yanılıyor.

Gölcük ve Düzce depremlerinden çok şey öğrenmiştik. Sadece deprem gerçeğiyle değil aynı zamanda kurumsal çürümüşlük gerçeğiyle de yüzleşmiştik o günlerde. Malum 28 Şubat süreciydi ve akademisyenlerin kendilerini, öncelikle devlet memuru olarak tanımladıkları, yazık ki aşina olduğumuz darbe dönemlerinden biriydi. Devlete hizmet ettiği safsatasıyla devlet ideolojisinin borazanlığıyla çeteleşmiş kişi ve kurumların çıkarını kollayacak icraatı gerekçelendirmenin moda olduğu zamanlar.

Örneğin sonraları deprem dede olarak nam salan Ahmet Mete Işıkara, TV ekranlarında “Ben devlet memuruyum, hükümetimden onay almadan depremin büyüklüğünü ilan edemem” diyebilmişti rahatlıkla. O gece ilk saatlerde hatta ertesi gün ikindi vaktine kadar Başbakan Ecevit ve hükümet mensuplarıyla iletişim kuramadığı için depremin büyüklüğünü 6.9 olarak ilan etmişti Kandilli. Ne önemi var diyenler çıkabilir, anayasayı bilmeyenler arasından. Ama gerçekte çok ama çok önemli zira 7 ve üstü büyüklüğündeki depremler anayasa gereği olağanüstü hal ilanını gerektirir. Hükümet, parlamento karar almasa bile otomatik olarak olağanüstü hal şartları devreye girer ve hem kamu hem özel sektör kuruluşlarının tüm araç, gereç ve insan kaynağı depremle mücadeleye kanalize edilebilir(di), hayatta kalan mülki amir ve yerel yöneticilerce. Anayasanın tanıdığı bu imkan kullanıl(a)madı. Çünkü deprem dede, dönemin üniversitelerde yerlerini koruyabilmiş tüm akademisyenleri gibi ilkin devlet memuruydu. Görev ve yetki sınırlarını anayasanın belirlediği değil kendilerini o koltuklarda “istihdam” eden devletülerin memurları.

Bir başka örnek de Kızılay hakkında. Depremi Körfez ilçesinde yaşamış bir komşumun hatıralarından. Aynur Hanım ve Adem Bey, karı-koca ilkokul öğretmeni iki çocuklu bir çift. Körfez'de oturdukları beş katlı apartmanının beşinci katındaki dairelerinden, bir insan boyu yüksekliği atlayarak çıkmışlar o gece. Beşinci katla zemin arasındaki yükseklik farkı, bir insan boyuna inmiş. “Ölen, yaralanan komşularımızın üzerinde biz hayatta kaldık” diyordu Aynur, yıllar sonra bile hıçkırıklarla. Hemen komşularını kurtarmaya girişmiş Adem. Kendileri gibi enkazdan kurtulan gençleri organize etmiş. Çok sayıda yaralıyı ve bazı komşularının cenazelerini çıkarmışlar, sabaha kadar. Gün ışıdığında hayatta kalanların insani ihtiyaçları dikkati çekince enkaz yığınlarında bulabildikleri buzdolabı ambalajı gibi malzemelerle tuvalet yapmışlar.

Yıkımdan on iki saat sonra yani öğleden sonra üçte ilk kamyon gelmiş yanlarına. Her birine ekmek dağıtan bu kamyonun, Keçiören Belediyesi'ne ait olduğunu söyledi Aynur. Keçiören Belediyesi ekmek aracının ta Ankara’dan kalkıp gelebildiği deprem bölgesine Kızılay, üç gün sonra ulaşmış. Yirmi yıllık öğretmen olarak Kızılay’a yaptığı bağışlara hayıflanırken en çok öğrencilerine bazen zorlayarak dağıttığı Kızılay zarfları için pişmanlık duyuyor, öfkeleniyordu. AKP’nin kuruluş aşamasının yaşandığı günlerde anlatmıştı Aynur Körfezi, depremi, Kızılay'ı. AKP’nin verdiği umudun gerekçesi olarak.

Depremin üzerinden geçen birkaç yılda Kızılay'daki suistimalin, vurgunun, soygunun boyutu basında yer alan haberlerle hayli gün ışığına çıkmıştı zaten. Üstelik gerek Keçiören Belediyesi gerekse farklı sivil yapılar ve bireysel çabalarla depremzedelerin yardımına koşanlar da ilk birkaç günden sonra ağır uykusundan uyanan devletlülerce engellenmişti, hatırlanacağı gibi. Bahane malum şimdikinden hiç farklı olmayan bir terör kartı, her daim yönetenlerin sığınağı oldu bu ülkede. Tek fark o zaman devlete seküler kesimin, bugünse dindar kesimin inanıyor olmasında. O zaman günün anlam ve önemine binaen deprem yardımlarıyla “irtica geliyor”du. Bugün deprem yardımlarıyla “bölücülük geliyor”muş. Sivrice depreminde HDP’li belediyeden gelen yardımın geri çevrilişi, insani yolculuğumuzda bir arpa boyu yol gitmediğimizi gösteriyor. Ve Kızılay hakkındaki haberler de yıllar öncesiyle bir o kadar benzer ki kurumsal çürümüşlük açısından da değişen bir şey yok görüldüğü gibi.

Değişimin, yenilenmenin hatta siyaseten tazelenmenin habercisi kabul edilmişti AKP. Kızılay gibi yardım kuruluşları başta olmak üzere tüm kurumlardaki laçkalaşma ve ideolojik devlet uygulamaları, rüzgar olup şişirmişti AKP’nin yelkenini. O gün halkın bizar olduğu her şey bugün AKP eliyle yapılırken bazıları, halk desteğinin ilk dönemlerdeki gibi sürdüğünü sanıyorsa yanılıyor.

Her şeye rağmen en azından bir süre bu toplumsal kabulün haklılık payını teslim etmeliyiz. Evet, ilk yıllar ki muktedir olamadıkları yıllar diyelim, Kızılay gibi kurumlar, bankalar ve genel olarak hazine arpalık olmaktan çıkarılmıştı. Delikler tıkanmış, hortumlar kesilmişti. Hakikati savunanlar teslim eder bu gerçeği. Ancak partinin kapatılması endişesi savuşturulup, muktedir olduktan sonra değişti her şey. Tıkanan deliklerin, kesilen hortumların yerine boru hattı döşeyip milli geliri hazineye değil yandaşa akıttılar. Hatta Ensar Vakfı ile vergilerimizi Sam Amca'ya ödediğimizi de öğrendik. Amerika’da yurt yapıyorlarmış. FETÖ ile mücadele içinmiş. Vergilerimizin, milli gelirin başka ülkelere transferiyle yeni FETÖ’cükler yaratılıyor ve bizden yeni bağışlar isteniyor, pes!

Elazığ depreminde yardım kabulündeki ayrımcılığa rağmen halka yardım çağrısında da yarıştı kurumlar, Kızılay ve Diyanet başta olmak üzere. Bütçeleri ve dolaylı vergilerden aldıkları pay çok büyük ölçekli ama nispeten küçük çaplı diyebileceğimiz Sivrice depreminin yaralarını sarmak için halktan medet umdular. 99’da geçici kaydıyla ihdas edilen deprem vergileri yıllar içinde kalıcı hale getirilmekle yetinilmeyip oranları da yükseltilip yaygınlaştırıldığı halde, bu gerçeği hatırlatanlar hakkında soruşturma başlatmaktan öteye geçip hatalarını düşünmüyorlar bile.

Dünyanın parasını ödeyip F 35’leri alamamışken yine dünyanın parasını ödeyip kullanamayacağımız S 400’leri almışken devlet bütçesi, 41 cenazeli bir depremin yaralarını sarmakta aciz, öyle mi? Ekonomik kriz ve yükselen işsizlikle bunalmış halkın elindeki üç kuruşa göz dikiliyor, sineğin yağını çıkarmak istercesine. Hem de devasa şirketlerin vergi borçları affedilir veya yeniden yapılandırma adıyla devede kulak mesabesine düşürülürken. Bunca aç gözlülük kimsenin yanına kâr kalmadı şimdiye kadar, şimdi de kalmaz.


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.