YAZARLAR

Hakikat virüsünün Çinli maskesi

İmgenin bulaştığı hakikat virüsünü yapıtlarında mesele edinen Alpin Arda Bağcık, Berlin'deki kişisel sergisinin İstanbul uzantısında Pekin'deki Tiananmen Meydanı'nın boş görüntüsünü paylaşıyor. Zilberman Gallery'deki 25 yapıtlık, kendi hakikatinde adeta çürüyen eserin, küresel koronavirüsü salgını ile zamanlaması manidar... 

Beyoğlu İstiklâl Caddesi'ndeki Mısır Apartımanı'nda yer alan Zilberman Projects'de 22 Kasım'dan bu yana, Alpin Arda Bağcık'ın halen devam eden Berlin sergisi Apocrypha'nın uzantısı, 'Apocryphon' yer alıyor. İncil’deki anlamından uzaklaşan ‘Apocrypha’ kelimesi, ifadelerin ve imgelerin anlamlarını yitirecek derecede bozulması ve manipülasyona uğramasına değinirken İstanbul’da serginin başlığı olan ‘Apocryphon’ ise aynı kelimenin çoğulu olarak karşılık buluyor ve sözde 'gizli öğretiler'i içinde barındıran metinlere göndermede bulunuyor. 8 Şubat'ta bitecek serginin başrolünü, giderek gözden, sözden, tözden kaybolarak bir tür metastaz yaşayan, Benzodiazin (2019) isimli eser üstleniyor. Birkaç yıl önce yine bu galeride açtığı 'Ambivalence' ve 'Kırmızı Reçete' sergisiyle tanıdığımız sanatçı,yarı kurgusal, distopik ve ağırlıklı olarak gerçeküstücü figüratif teknikle ürettiği itinalı yapıtlarına, bile isteye ilaç isimleri veriyor. Bu, sanatçının medya ve insan arasındaki uyuşturucu ilişkiye yaptığı eleştirel göndermenin de yansıması.

Sergi bu anlamda, Çin çıkışlı, Dünya Sağlık Örgütü'nü dahi acil durum ilan etmeye sevk eden küresel koronavirüs salgını ile aynı zamana rastlamasıyla, ironik bir gündem oluşturuyor. Yani sergi bir bakıma, o ünlü tavuk ve yumurta sorusunu, bize enformasyon ve virüs (enfeksiyonu) üzerinden, 'geri tükürüyor'.Çin'in başkenti Pekin'deki tarihi Tiananmen Meydanı’nın günümüzde çekilmiş bir fotoğrafını konu alan eser, 25 parçadan oluşuyor. Eserin ilk karesinde net olarak gördüğümüz yapıt, Bağcık’ın kullandığı özel bir baskı tekniği sayesinde her ilerleyen karede bulanıklaşarak, kolayca ayırt edilen renklerin birbirine karışmasına vesile oluyor.

Böylece iş, meydanın tarihinde gömülü hikâye ve gerçeklerin, merkez medya veya militan yayın organları tarafından nasıl yok edildiğinin bir görsel dışavurumu olma niteliğini de kazanıyor. İzlediğimiz bu organik 'yayın'da, maruz kaldığımız arızayı kim üstleniyor peki? Gördüğümüz, hakikatin çürüme anı mı, yoksa ondan kurtulup, kendimizle yeniden kucaklaştığımız, kişiselliğimizin tadını çıkardığımız, imgenin her soyutlandığı karede kendi kendimizin bağımlılığına bir o kadar daha egoistçe eyvallah dediğimiz malûm an mı?

'Hakikat-Sonrası' (Post-Truth) kavramı ile de üretken ve kritik bir ilişkiye giren Bağcık'ın 20'nci Yüzyıl tarihine ait dönüm noktalarını temel aldığı yapıt anlayışı, kavramsal temelini Fransız filozof Jean Baudrillard ve onu öğretilerine de yaslıyor. Örneğin bilhassa 'simulakrlar ve simulasyonlar'ıyla tanıdığımız Baudrillard 'Tam Ekran' isimli kitabının 'Süngerleşmiş Beyin İçin Geviş Getirmeler' adlı denemesinde, dönemin Deli Dana hastalığı ve enformasyon toplumu arasında şöyle bir eleştirel bağ kuruyor: "...Biyolojik virüs, serpilip gelişmek ve öcünü almak amacıyla teknik bilişim virüsünden ve beyin yıkama biçiminde etkisini gösteren zihinsel virüsten bir ölçüde yararlanabileceğini 'bilir'". (s.125, Yapı Kredi Yayınları Cogito serisi, 2000, Çev: Bahadır Gülmez)

Bağcık, iradesiyle ürettiği ve halen Berlin'de de yer bulan bu 'arızalı' imgeleriyle, ona bakanın mı, yoksa bizzat imgelerin mi, ya da onlara o bakışı taşıyan sanatçının kendisinin mi bu arızanın müsebbibi, taşıyıcısı olduğunu sormamıza vesile oluyor. Bağcık'ın yapıtları, kuşku, çürüme, merak ve fotosentez gibi, adeta yosunsu, mantarsı, melez bir organik bünyeyi talep ve ihtiva ediyor. Zamanlamasıyla, sanatın 'güncel' varoluş sorunlarına, yapıcı olduğu kadar eleştirel alternatifler de getirmeye yönelen sanatçı, imge ve varlıklar dünyasında neyin kalıcı, neyin fani olduğuna meydan okumayı epey sürdüreceğe benziyor.

Tabii, koronavirüsü imgeden hızlı davranıp da, hakikat virüsünün Çinli maskesi ardında hepimize bulaşmazsa.

Bilgi: