YAZARLAR

Milli güvenlik siyasetinde güvende miyiz?

Aslında yepyeni bir psikolojik savaş kavrayışı artık toplumsal muhalefetin en yüzeydeki katmanlarında işliyor. Bu işleyiş de yeni başlamadı. HES’lere karşı toprağını, suyunu, yaşam alanını, geleceğini koruyan köylüden; eğitim dincileştirilmesine direnen ailelerin taleplerine kadar “terör” ve “güvenlik”e bağlanan bu “milli güvenlik” siyaseti en temelde iki şeyin güvenliğini koruyordu hep. Birincisi egemen bloğun sermaye kanadının mülkünü, ikincisi de devlet aygıtının ajanlarını.

Güvende olmanın toplumsal, psikolojik ve siyasal bir içeriği var. Bireysel ilişkilerimizde, çalışma hayatımızda ve siyasal topluluk içinde en temel arayışlardan biri güven arayışı. Korku ve endişeden uzak bir durumu işaret ediyor güvende olma. Fakat “güvenlik” kavramının güncel kullanımını asla korku ve endişeden uzak olarak düşünemiyoruz. Çünkü güvenlik dediğimizde artık bir “güvende olma” durumundan değil, doğrudan doğruya tehditlerin büyüklüğünden, savaşlardan, korkulardan konuşmak zorundayız. Çünkü barış halinden, korku ve endişeden uzak bir durumdan konuşmak milli güvenlik siyaseti gereğince yasaklanmış durumda. Tehdit ne kadar büyük olursa, güvenlik ihtiyacı o kadar büyüyor. Güvenlik ihtiyacının güncel karşılığı ise daha çok silah, daha büyük baskı ve zor araçları, daha büyük korku demek.

Ulusal güvenlik kavramı, soğuk savaşın başlangıcında icat edilmiş bir konsept. ABD’de 1947’de çıkarılan Ulusal Güvenlik Yasası ile somutlanıyor. NATO ittifakına cansiparene bir biçimde, her şeyi göze alarak girmek isteyen hükümetlerimiz 1949’da Milli Savunma Yüksek Kurulu’nu 1933’te oluşturulan yapının yerine ikame ediyor. 1961 Anayasası ile birlikte Anayasal bir kurum olarak Milli Güvenlik Kurulu ortaya çıkıyor. Soğuk savaş dönemi boyunca milli güvenlik kavramı, yurttaşların güvenliğinden, geleceğe dair toplumsal ve bireysel endişelerin ortadan kaldırılmasından ziyade savaş makinelerinin büyümesine, yeni tehditlerin yaratılmasına büyütülmesine ve egemenlik kudretinin yurttaş hakları karşısında genişletilmesine yarıyor. Soğuk savaşın bitmesinin ardından milli güvenlik konsepti, Türkiye’de Maraş, Çorum ve Fatsa’da edindiği deneyimi daha da ilerletmiş durumda.

KİMİN GÜVENLİĞİ?

Bugün, en uç düzeyde, “deprem vergileri”nin hesabının sorulması bağlamında ortaya çıkan “güvenlik” sorunu da bu. Devletin doğal ve yıkıcı bir olay karşısında yurttaşını güvende tutma, korku ve endişeden uzak tutma ödevinin yerini, eleştiriye karşı devleti yönetenlerin güvenliğini sağlama işlevini görüyor. Korku ve endişe kaynağı olan depremin etkilerini en aza indirerek yurttaşı güvende tutma görevi olan devlet, bunu yapmaktaki eksikliğin yaratacağı siyasal endişeyi katederek, daha büyük bir bireysel ve siyasal endişeyi yurttaşlarda yaratıyor: Soruşturma ve hapis tehdidi. Hem de milli güvenlik gerekçesiyle. Aslında yepyeni bir psikolojik savaş kavrayışı artık toplumsal muhalefetin en yüzeydeki katmanlarında işliyor. Bu işleyiş de yeni başlamadı. HES’lere karşı toprağını, suyunu, yaşam alanını, geleceğini koruyan köylüden; eğitim dincileştirilmesine direnen ailelerin taleplerine kadar “terör” ve “güvenlik”e bağlanan bu “milli güvenlik” siyaseti en temelde iki şeyin güvenliğini koruyordu hep. Birincisi egemen bloğun sermaye kanadının mülkünü, ikincisi de devlet aygıtının ajanlarını. Bu ikisi arasındaki karmaşık ilişkilerin nedeni devletin sosyal boyutu dediğimiz, uzun vadede sermaye çıkarlarını korumak için kısa ve orta vadede toplumsal ve siyasal yeniden üretimi sağlayacak mekanizmalardı. Kamusal eğitim gibi, kamusal sağlık gibi, anayasamızda mücadeleler sonucu güvenceye alınmış sosyal haklar bütünü bu dengeleri kuruyordu.

1980’in başında Türkiye’de işletilmeye başlayan ve faşist bir darbe ile konsolide edilen neoliberal siyasal düzen bu karmaşayı ortadan kaldırdı. Demokratik araçlara eskisi gibi ihtiyaç yoktu, “sosyal güvenlik” yani insanların yoksulluk, hastalık, eğitimsizlik, geleceksizlik gibi korku ve endişe yaratan “güvenlik” sorunlarını ortadan kaldıracak bir devletin yerini bürokratik elitler “uzmanlar” tarafından idare edilen bir elit yönetimi alabilirdi. Dolayısıyla geniş anlamda “sosyal güvenliğin” ortadan kaldırılması, demokratik katılıma ilişkin araçların ve kamusallığın da ortadan kaldırılması demekti.

MİLLİ GÜVENSİZLİK

Türkiye kamusu, hem emekçilerin büyük mücadele ve emek güçleriyle biriktirdiği, devlete ait olanın tasfiyesi demekti, hem de devleti yönetenlerin demokratik sorumluluklarının eleştiri altında olacağı kamusal mekanların tasfiyesi demekti. Medyanın, üniversitenin, mitinglerin, kamusal sesi yükseltebileceğiniz bütün ortamların baskı altına alınmasıyla, mülk olarak kamunun sermaye gruplarına devri el ele gitti. Siyaset sadece ve sadece seçime, seçim ise plebisite indirgendi. Erdoğanizmin istisnailiği, karmaşıklığa tam bir son vermesi. Artık seçimin demokratik alan bakımından kırılgan bir noktada olduğunu söyleyebiliriz. Yani seçim güvenliği de ortadan kaldırılmış durumda. Güvenlik, sadece milli güvenlik siyasetine, milli güvenlik ise sadece hükümetin ve dar çıkar gruplarından oluşan sermayenin, bu sermayenin bir ayağı olan tarikat-cemaat-ticaret ağlarının güvenliğine indirgenmiş durumda. Deprem gibi korku ve endişeyi hat safhaya çıkaran bir “sosyal güvenlik” sorununda Türkiye’nin üçüncü büyük partisinin belediyesinin yardımının devletin valisi tarafından geri çevrilmesi nasıl açıklanabilir? Bu milli güvenlik siyasetinin en çok göz önünde olan aktörü Süleyman Soylu’nun neredeyse herkesi korku ve endişeye sürükleyen, yurttaşlık haklarını kullanmayı kendisine karşı bir tehdit olarak gören yaklaşımı içinde, daha önce bu sayfaya taşıdığım Sünni İslam’ın terminolojisiyle intikam yemini eden polisler kimin için güvenlik sağlıyor. Yeni bekçi teşkilatına silah ve zor kullanma üst arama yetkisi veren ve bugün komisyondan geçen yasa tasarısıyla kimin güvenliği sağlanacak? SADAT örgütü yurttaşlarımızın güvenliğinin nasıl bir ilgisi var?

Güvenlik sorunu, modern devletin felsefi temellerini oluşturan başat sorun. Yurttaşların barış içinde yaşaması için, insan yapısı bir kurum olarak doğal akıl yoluyla güvensiz bir doğal hayattan kaçınmak amacıyla oluşturdukları yapay-temsili bir kurum olarak, burjuva düşünürler tarafından temellendirildi modern devlet. Yurttaş, temsil, devlet kavramları da buradan temellendirildi. Bugün geldiğimiz nokta bizzat bu burjuva temellendirmenin ortadan kalkması anlamına geliyor. Yani haklarla donanmış bir yurttaş karşısında sınırlanmış bir devlet ve demokratik temsil kavramları artık sorgu altında. Çok somut olarak, Süleyman Soylu’nun tehdit olarak gördüğü “hak arayan yurttaş”, bizzat Soylu’nun kendisini kendi geleceği bakımından güvenlik sorunu olarak görüyor. Aradaki “bağımsız yargı”, “liyakate dayanan bürokrasi”, “sosyal ve siyasal güvenceler” ortadan kaldırıldıkça bu çok daha belirgin biçimde ortaya çıkıyor. Türkiye’de devlet aygıtlarına güveni ölçen araştırmalara yeniden göz atmakta sanırım fayda var. Tabii devlet kurumları tarafından yapılan araştırmalara güveni de hesaba katarak…


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.