YAZARLAR

Bu hipoteze ihtiyacımız yok

Bildiğiniz gibi, Gencer, depremin nedenini çocuk evliliklerinin yasaklanmasına bağladı. Gelen tepkilerin ardından kaldırmak zorunda kaldığı paylaşımında Gencer, depremi yine tipik biçimde “ilahi adalet” anlayışına sadık kalarak “günah-Tanrı-ceza” ilişkisi içerisinde anlamlandırmıştı.

Ekselansları, bu hipoteze ihtiyacım yok.

Pierre Simon de Laplace, Göksel Mekanik adlı kitabında neden Tanrı’ya hiç değinilmediğini soran Napolyon’a böyle yanıt verir.

Temelleri on yedinci yüzyılda atılan Bilimsel Devrim’in Aydınlanmacı evredeki önemli temsilcilerindendir Laplace. İmparator Napolyon’un Tanrı iddiasını nazikçe bir kenara koyan yanıtı, eskilerin teolojik metafiziği karşısında modernlerin seküler bilimsel mantığını ifade eder.

Bilimsel sekülerizm, Tanrı’ya saygısızlık etmez, esas hücumu Tanrı’ya değildir. Modern bilim için Tanrı yalnızca bir hipotezdir. O kendi hipotezleriyle dünyayı açıklamaya odaklandı. Bu açıklamaların sonuçları ne olmuş olursa olsun, temel motivasyonu “teolojiyi çürütmek” değildi.

Tanrı karşısında takınılan bu saygılı tavır, metafiziğin en temel kavramına yönelik bu ölçülü eleştiri ne eskilere yaranabilmiştir ne de modernlere! Pek çok modern tarafından bilimin bu tavrı, sıklıkla “diz çökerek isyan” olarak nitelendirilmiştir. Ve eskilerin pek çoğu da bunu “dine saygısızlık” olarak değerlendirmiştir.

Tanrı karşısında gereken keskinliği göstermeyen bilimin hakkından gelmeye niyetlenmiş cüretkâr modernlerden biri de Voltaire’di. Bu amansız polemikçinin, 1755’deki ünlü Lizbon depremi sonrasında, hem bu yıkımı tipik biçimde “ilahi adalet” anlayışına sadık kalarak “günah-Tanrı-ceza” ilişkisi içerisinde açıklayan, başta Papa olmak üzere, bütün teologların izahına, hem de dünyanın yaşanılacak en güzel yer olduğu ve Tanrı’nın bütün kötülüklere rağmen en iyi Tanrı olduğu inancını taşıyan Leibniz’in teolojik iyimserliğine saldırısı meşhurdur. “Papa ve tüm teologlar yalan söylüyor! Lizbon depremi teolojik değil, tektonik bir hadisedir” derken kendini şüphesiz çok cesur hissediyordu bu büyük Aydınlanmacı.

Ama ondan daha cesuru Rousseau’ydu. “Lizbon depremi, elbette Papa’nın izah ettiği gibi teolojik bir hadise değildir. Ne var ki Voltaire’in yaptığı gibi yalnızca tektonik bir hadise olarak da açıklanamaz. Lizbon’un yoksul mahallelerinde daha fazla yıkım ve ölüm olduğuna göre, bu deprem her şeyden önce sosyolojik bir hadisedir” derken şüphesiz Voltaire’den çok daha fazla cesurdu. Çünkü aklın ve düşüncenin gerçek cesaretinin, bir din adamının ontolojik zorunluluğu olan teolojik izaha saldırmak değil, ontolojik zorunluluğu eşitsizlik, sınıf ve sömürü olan toplumsal bir sisteme saldırmak olduğunu göstermişti. Teoloji, ortalama bir akıl için zorlu bir mesele değildir. Aynı akıl toplumsal sistem için ise epeyce donanıma ihtiyaç duyar.

Aklın ve düşüncenin hakiki meselesinin Tanrı değil toplum olması gerektiğini göstermişti Rousseau.

Dün bütün gün Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Bedri Gencer adlı bir profesörün Elazığ depremine ilişkin Twitter’da yaptığı “skandal paylaşım” üzerine dönen tartışmalar Rousseau’cu bakışın isabetini bir kez daha ortaya koydu.

Bildiğiniz gibi, Gencer, depremin nedenini çocuk evliliklerinin yasaklanmasına bağladı. Gelen tepkilerin ardından kaldırmak zorunda kaldığı paylaşımında Gencer, depremi yine tipik biçimde “ilahi adalet” anlayışına sadık kalarak “günah-Tanrı-ceza” ilişkisi içerisinde anlamlandırmıştı. Şöyle diyordu: “Gayretullaha dokunmak edebiyat değildir. (…) Maazallah, biz de zinayı, livatayı yasallaştırarak, Allah’ın helal kıldığı yaşta evliliği tecavüz sayarak, mutlu yuvaları bozarak gayretullaha dokunmayalım.”

Ve Voltaire’lerimiz gecikmedi. “Ne alâkası var!” düzeyinde bilimci çıkışlarıyla aynı “cesaret” örneğini verenlerin sayısı epeyce fazlaydı.

Bedri Gencer’in İnsan ve Toplum Bilimleri bölümünde akademisyenlik yapan bir profesör olması, yani, sosyoloji, psikoloji, tarih, antropoloji, felsefe alanlarında çalışmalar yürüten bir bölümde ders veriyor oluşu Voltaire’ci itirazı motive eden önemli bir durumdu, şüphesiz. Ama bir depremi “ilahi adalet” ve “günah-ceza” ilişkisi içinde anlamlandırmak, AKP Türkiye’sinin hazırladığı koşullarda profesör olmuş birinin ontolojik zorunluluğu olabiliyor işte, bunu da hiç unutmamak gerekiyordu.

Aklın ve düşüncenin hakiki meselesi, Rousseau’nun önerdiği çizgide, toplum olmaya devam etmeli. Aklın ve düşüncenin hakiki meselesi, aynı şiddette bir depremin örneğin Danimarka, Yeni Zelanda veya Kanada’da ne kadar yıkım ve ölüm yaratacağı olmaya, depremzedeleri yardım ve bağışlara mecbur bırakmaması gereken “deprem vergileri” olmaya, önemli bölümü vergilerimizden oluşan kamu gelirlerinin harcanmasını düzenleyen bütçe kanunları olmaya, bütçeyi kullanan iktidarları toplum adına denetleyecek özgür basın ve sivil toplum kuruluşları olmaya (vs.) devam etmeli.

Bu çizgide ilerlerken de “ilahi adalet” ve “günah-ceza” ilişkisi hiç de değinilecek meseleler değil.

O nedenle… Bedri Gencer ne söylemiş olursa olsun..

Ona sadece şunu demek yeterliydi:

“Beyefendi, bu hipoteze ihtiyacımız yok.”