YAZARLAR

Erkek oğlu erkek bir dünya...

Zamanını erkek mekânlarda geçiren, çevresi genellikle aynı tabakadan insanlarla çevrilmiş bir erkeği düşünmeyi sürdürelim. Hemen hiç kitap okumuyor. Hiç tiyatroya gitmiyor. Sinemaya en son yıllar önce gitmiş ve herhangi bir sanat-kültür faaliyetiyle ilgisi yok. Maç seyrediyor, belki arada bir piyango bileti alıyor. Vakit namazları olmasa da, mutlaka cuma namazına gidiyor.

Kenar mahalle muhafazakârlığı üzerine kaleme alıp sonunu getiremediğim yazılara, bir kesim erkek ahali hakkındaki gözlemlerle devam etmek istiyorum. Tabii ‘şahsım’ yarım yüzyılı devirdiği için, ‘kişisel gözlem’ dediğim her şey eninde sonunda belli bir yaş grubu ile çevreyi anlatıyor ve gücü kaçınılmaz olarak ancak buna yetiyor. Halihazırda, İstanbul’un örneğin Sarıgöl-Yıldıztabya hattında ya da Çarşamba’nın ara sokaklarında, Habipler’de ne olup bittiğini, gençlerin ve konu ettiğim er kişilerin nasıl yaşadıklarını, ne düşündüklerini tam olarak bilmiyorum.

Sözünü ettiğim muhitin ortalama erkeği, çoğu zaman tahayyül ettiğimizin çok ötesinde ‘erkek’ bir dünyanın mahsulü ve mensubu. Bu öyle katı ve yaygın erkeklik hali ki, içselleştirildiği, doğallaştığı ölçüde görülmez, fark edilmez hale geliyor. Yaygınlığın ve normalleşmenin sonucu olan bir fark/ayırt edilmeme. Dışarıdan bakıldığında katlanılmaz görünen, ancak yaşayan için son derece sıradan, normal bir gündelik hayat.

Tabii ‘erkek’ der demez, ‘bir örnek’ erkek tipinden söz etmediğimi hatırlatma gereği duyuyorum. Mezhebine, etnik kimliğine, okumuşluk derecesine, çalıştığı iş yerine göre hayli değişken nitelikler söz konusu. Ortaokuldan terk ile iyi kötü üniversite kapısı görmüş arasında çok fark olabiliyor. Ya da meslek sahibiyle, boşta gezer arasında. Bir kaporta kalfasının karşı cinsle karşılaşma ihtimaliyle, mağazada çalışan gecekondu sakininin karşılaşma ve az çok dönüşme ihtimali karşılaştırılmaz.

Anne ve kız kardeş dışında bir kadınla karşılaşıp diyalog kurma ihtimali olmayan insanlardan söz ediyorum daha çok. Daha doğrusu benim ilgi alanıma onlar giriyor!

Küçük yaştan itibaren bir ‘erkek’ olduğu sürekli hatırlatılıyor. Şımartılma konusunda seküler kesimin varlıklılarıyla diğerleri arasında uçurum olduğunu zannetmiyorum doğrusu. Her kesimin erkek çocuğunun, aslında Brad Pitt’e benzemediğini fark ettiği bir dönem geliyor. Erken bir saatte uyanırsa çocuğun lehine tabii! ‘Aslan oğlum,’ kısa süre sonra ‘aslan’ olmadığını anlıyor. Burada, “her erkek bir kadın tarafından yetiştiriliyor” diyerek şuursuz ve maço mahsulün faturasını kadınlara/annelere kesenlere, o kadının da aynı koşulların ürünü olduğunu hatırlatmak gerekir. Gereğinden fazla konforlu ve yine kadını günah keçisi haline getiren bir yaklaşım bu.

Oysa o erkeği o hale getiren başkaca pek çok etmen var. Daha doğrusu sistem, özellikle muhafazakâr muhitin yapısı zaten o insan tipini yaratmak üzere örgütlenmiş durumda. Bakın şu son cümlede ‘yaratmak’ fiilini kullandığımda, söylemeye çalıştığımı bile bile “haşa, yaratmak Allah’a mahsustur” diyecek olan insan haleti ruhiyesi de aynı yerde filizleniyor işte. Söz konusu ifadeyi/uyarıyı yaşamım boyunca kaç kez duydum kim bilir!

Anlatmaya çalıştığım dünyanın alametlerinden biri, böylesi düşüncesizlikler, zorlamalar, had bildirmeler, uyarılar... Son olarak, Dilek İmamoğlu’nun bir programdaki sözleri sonrasında yaşandı bu sorun malumunuz. Dilek İmamoğlu, kadının çocuk doğurmasından söz ederken ‘yaratmak’ fiilini kullanınca trol adı verilen ve meşgalesi ücret mukabilince küfretmek olan canlı türü tarafından hedefe oturtulmuş. Kuşkusuz onların bir kısmı maaşlı saldırganlardır, ancak tümü değil. Yalnızca ‘yaratmak’ sözcüğünü işittiğinde bir insanı hedef haline getirebilecek bir zihniyet (ve kitleler!) mevcut.

Kişisel olarak bu insanların dindar olmadığını, din bilmediğini, herhangi bir dini umursamadıklarını düşünüyorum. Aslında yaşamım boyunca tanıdığım dindarların bir kısmı için rahatlıkla aynı iddiayı ileri sürebilirim. Yok hayır, “gerçek İslam bu değil” lafazanlığına meyletmiyorum kesinlikle. Söylemek istediğim, bu tür saldırlar yönelten insanların herhangi bir inanç ve onunla ilintili ahlakla bağ kurmalarının mümkün olmadığını düşünmem. Eğer şuncacık ahlaka sahip değilse bir insan, herhangi bir dinin dindarı olamaz. Herhangi bir dine, ‘mensup’ olamaz. Din tarihi uzmanı filan değilim, ancak hiçbir ahlaki kaygı taşımayanlar için uygun bir din olmadığını biliyorum. İnançtan ne anladıklarını daha sonra yazarım; şimdi konuya döneyim!

Evet, sistem bir bütün olarak erkeği, erkeklik halinden çıkmaması için eğitiyor, bir ömür boyunca. Öncelikle, eğitimli üst-orta sınıf ailelerin çocuklarını gönderdikleri okullar, yani son yıllarda giderek çoğalan özel eğitim kurumları; kenar mahalle mekteplerine pek benzemiyor. Özel okullar da matah olmayabilir, ancak belli bir gelir-eğitim seviyesindeki ailelerin büyük ölçüde bu okulları tercih ettiğini biliyoruz. Çevremde, çocuğunu devlet okuluna gönderen neredeyse hiç kimse kalmadı ve bana kalırsa Türkiye’nin başına gelen en büyük felaketlerden biri, özelleştirilmiş eğitimin boyutu. Pahalı okullar, rezidans ve sitelerle birlikte, kenar mahalle ile diğerleri arasında herhangi bir temas kurulması ihtimalini dahi ortadan kaldırmış durumda. Evde, bahçede, mahallede, okulda, tatilde, iş yerinde karşılaşamayan insanlar, nasıl gerilim yaşamasın?! Hayır, bir yerde karşılaşıyoruz tabii: Seçim sandığı. Hani şu çoğu zaman bizleri hayrete düşüren sonuçların da çıkabildiği sandık!

Kenar mahalle okulu, hatta şimdilerde sayısı artırılan İHL’ler. Gerçi çoğu İHL’nin kontenjanı dolmuyor, ancak yine de öğrenci sayısı hiç az değil. Bu, kadın-erkek karşılaşmalarının belli kesimler açısından daha da imkânsız hale gelmesi demek. Eskiden okuldan önce Kuran kursu aşaması vardı, artık emin değilim, zira devlet okullarının bir kısmı kursa dönüşmüş gibi! Yine de tatillerde Kuran kursu, bildiğim kadarıyla hâlâ popüler. Özellikle taşrada. Ben çocukken o kursların bir kısmında Kuran öğretilmiyor, açıkça laiklik/cumhuriyet düşmanı nesiller yetiştirilmeye çalışılıyordu. Daha doğrusu ikisi de mevcuttu, deneyimle sabittir. Gönderildiğim ilk kursta hoca, Atatürk’ün mezarındaki mozolenin, toprak onu dışarı fırlattığı için konulduğunu söylemişti. Rahmetli babam tepki gösterip başka bir kursa kaydettirdiğinde, diğeriyle hiç ilgisi olmayan, hâlâ iyi andığım bir hocayla karşılaşmıştım. İki kursun ve diğerlerinin tek ortak noktası vardı: O yaşta, haremlik selamlık öğretiliyordu. Erkek dünyaya hoş geldiniz!

Şu anki ülke koşullarında ‘makul hoca-düşmanlık belleten hoca’ ibresinin, cübbeli ve sarıklıların hayal ettikleri yere dönmüş olabileceğini tahmin etmek zor değil. Ayrıca özellikle küçük ve dindar kenar semtlerde çok sayıda ‘medrese’ açıldığını ve çoluk çocuğun çarşafla, cübbeyle dolaştığını hatırlatmakta yarar var. Kuşkusuz bunların çoğu bir tür ‘ihale firmaları’ ve iktidar değişikliğinde bu denli rahat hareket etmeleri pek mümkün değil, buna mukabil varlar ve çoklar.

Zamanını böyle ortamlarda, erkek mekânlarda geçiren, çevresi genellikle aynı tabakadan insanlarla çevrilmiş bir erkeği düşünmeyi sürdürelim. Hemen hiç kitap okumuyor. Hiç tiyatroya gitmiyor. Sinemaya en son yıllar önce gitmiş ve herhangi bir sanat-kültür faaliyetiyle ilgisi yok. Maç seyrediyor, belki arada bir piyango bileti alıyor. Vakit namazları olmasa da, mutlaka cuma namazına gidiyor. O namazlarda hutbe ve vaaz dinliyor. Vaaz genellikle camiye erken gelen yaşlılara hitap eder. Biraz, salı günleri yapılan siyasi parti grup toplantıları gibi! Fakat hutbeyi mecburen dinliyorlar. Hutbe, devletin propaganda araçlarından biri. Özellikle 28 Şubat ardından şehirlerde her camide aynı hutbenin okunmaya başlaması, propagandanın başarı şansını artırdı. 1990’lardaki generallerin beklentisinin tam tersi sonuç verdi, anlayacağınız. O generaller ne akıllı adamlardı değil mi?!

Ev dışında, her gününü, her anını erkeklerle geçiren birileri. Bir kısmı hakikaten derin bir yoksulluk yaşıyor. Yoksulluk insanı ruhen ezen bir girdap. Yıllar önce karşılaştığım kimi lise arkadaşlarımın, hayli genç sayılabilecek bir yaşta dişlerinin döküldüğünü fark etmiştim. Çok yaşlı ve yorgun görünüyorlardı. Ellerinden, gözlerinden, ezilmişliklerinden fark edilebilen bir yoksulluk.

Tabii dedikodusunu yaptığım o erkeklerin farklı din ve mezheplerle pek haşır neşir olmadığını söylemeye herhalde gerek yok. Müslüman olmayanlarla ilgili işittiğiniz tüm klişe yargı ve küfürler, o hayatın rutini. Aklı başında bir insanı ürkütecek berbat ifadelerin rahatlıkla dillendirilebildiklerine tanık olursunuz. Yine belli kesimleri çok rahatsız eden dini ve milli ritüeller de hemen hiç sorgulanmaz. Ne kurban kesimi ne asker uğurlaması... O erkek dünyanın sorguladığı mevzular değil bunlar. Tabii asker uğurlamasında havaya ateş edenlerin ilk fırsatta bedelli asker oluşları başka konu. Bunu, Türkiye’deki tüm kesimleri bölen bazı milli değerlerimizle açıklamak daha doğru olur sanırım. Riyayı, kenar mahalle ile sınırlamak haksızlık.

Söz konusu riyakâr tutumun kökenindeki olgulardan birinin, genele sirayet eden ‘devlet algısı’ olduğu kanısındayım. Devletin eleştirilemezliği konusundaki akıl dışı genel kanı muhafazakâr kesimde daha güçlü. Devlete sadakatten anlaşılan ‘anayasal’ devlet değil, yönetenlere sadakat. Bu sadakatin temelinde endişe ve güvensizlik duyguları çok belirgin. Dinmeyen korkuların doğal sonucu kişiliksizleşme. İçinde doğup büyüdükleri çark, devlete ve onun çevresindeki haleye ilişilmemesi gerektiğini küçük yaşta öğretiyor.

Çok istisnai olarak karşılaştığınız muhafazakâr kesim eylemlerine bakın; arkasında devlet gücü olduğunu hissetmeden hiçbiri kolay kolay kılını kıpırdatmaz. Haliyle, hemen hiç karşılaşmadıkları ‘eşit yurttaşlıkla’ değil, itiraz etmeme sayesinde elde edilen ‘kayırma’ ve ‘avantajlarla’ ilgililer. Bu yazıyı okuyanların çoğunun hayat boyu mahcubiyet duyabileceği bir ‘rica’ ya da ‘torpil’ isteği, diğeri açısından hayatının olağan akışının sonuçlarından biri.

Yine çok uzadı ama devam edeceğim tahmin edeceğiniz gibi!

Bir şeyi unutmadan yazayım: O çevrede, artık eskisinden farklı olarak sayıca fazlalığı gözlemlenebilir ‘kindar’ ve ‘lümpen’ genç erkek kitleleri de oluştu. Çoğu işsiz güçsüz, umutsuz ve kendilerini onurlandıracak birilerinin iki dudağına bakıyorlar. Hep var olan yoksulluğun şekli şemaili değişti, son yıllardaki gelişmelerin etkisiyle daha sert görünüyor gençler. Devam yazılarında bu konulara da değinmeye çalışacağım.

Geleneksel denilen her ne varsa o değerlerle yoğrularak, farklı kesimlerle arasına örülen duvarın arkasında diğerleriyle asgari ilişki kurarak yaşayan erkekler, bir yandan da tahayyül edemeyeceğiniz kadar kırılgan niteliklere sahip. Düşmanlığı, sertliği, kabadayılığı aslında içi boş ‘klişelerle’ inşa edildiği için, bu dünyanın erkek oğlu erkekliğiyle gururlu ahalisi, ‘yeni kuşakları’ hayalini kurdukları ölçüde etkileyemiyor, yönlendiremiyor. Biraz dışarı açılanların, perdeyi azıcık aralayanların büyük gedikler açabildiği bir duvar bu.

Video önerisi: Biraz geç haberim oldu ancak güç olmasından iyidir! Ohannes Kılıçdağı, içinde Müslüman olmayan yurttaşların yer aldığı belli başlı tarihsel konuları anlattığı videolar çekiyormuş. Hepsini seyretmenizi öneririm, çok şey kazandıracaktır. Bu son derece öğretici ‘kısa dersleri’ paylaşmayı sürdüreceğim. Osmanlı’da Müslüman olmayanların askerliği konusunu işlediği konuşmasını buraya bırakıyorum.


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.