YAZARLAR

Bourdieu 'Sosyoloji bir dövüş sporudur' derken galiba haklıymış!

Kaliteli sosyoloji, beşeri çalışmalar ya da felsefe yaptığınızda siyasetin de kalitesi yükselecektir, toplumun da kalitesi yükselecektir. Ama bunun için öncelikle bu disiplinlerin hakkının verilmesi gerekir. Bunun tarafsızlıkla falan bir ilgisi de yoktur. Sivil, kamusal alanda bir yurttaş olarak istediğiniz siyasete angaje olabilirsiniz. Ama bu sizin mesleğinizi icra etme biçiminizi tümüyle belirlememelidir.

Geçen hafta Gazete Duvar’da “Nasıl oluyor da bu işler böyle olabiliyor?” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu yazıya iki değerli meslektaşımdan eleştiri ve yorumlar geldi. Önce Mustafa Kemal Coşkun “Egemen sınıflar toplumbilimlerinden neden korkar?” başlıklı eleştiri yoğun bir yazı yazdı. Ardından da Göksel Aymaz “Bourdieu’yü konuşmamız gerekiyor” başlıklı yazısıyla hem benim yazıma hem de Mustafa Kemal Coşkun’un yazısına dair yorum ve eleştiriler ortaya koydu.

Her şeyden önce şunu içtenlikle belirtmek isterim: Hayatım boyunca yazdığım en kısa yazıya bu kadar güçlü tepkiler olabileceğini hiç tahmin etmemiştim. Yıllarca kitaplar ya da en kısası on sayfalık makaleler ile derdini anlatmaya alışmış bir okuryazar olarak iki sayfada kendini ifade etmenin ne kadar zor olduğunu dikkatinize sunmak isterim. Bu da mutlaka ayrı bir yetenek ve deneyim gerektiriyor. Bu formda yazmaya devam ettikçe sanırım yavaş yavaş tecrübe kazanacağım. Baştan bunu iletmek istememin nedeni, değerli meslektaşlarımın yazdıklarının biraz da benim yazımda iki sayfa içinde belki de gereğinden fazla konuya temas etmiş olmamdan kaynaklanıyor olması. Bu nedenle de benim için çok bariz gözüken bazı geçişler onlara aynı doğallıkla ulaşmamış sanırım. Dolayısıyla önce kendi hata payımı kabul ettikten sonra, bu ikinci yazıyla hem onlara dilim döndüğünce cevap vermek, hem de kendimi biraz da ayrıntılı bir biçimde ifade etmek istiyorum.

Bourdieu benim entelektüel beslenme kaynaklarım içinde hiçbir zaman belirleyici bir isim olmadı. Yani ben bir Bourdiucü değilim. Bir Bourdieu uzmanı da değilim. Dolayısıyla her iki yazarın da iddia ettiği gibi Bourdieu’ye yaslanıyor olmam söz konusu değil. Onun adını anmamın tek nedeni son dönemde Türkiye’de gerçekleşmekte olduğunu düşündüğüm sosyolojik değişimi anlatırken aklımda hep onun, yazının başlığı da olan, sosyoloğun aslında tam olarak ne yaptığı sorusuna verdiği cevabın gelmiş olması. Hepsi bu kadar! Onun ötesinde yazının Bourdieu ile doğrudan bir ilgisi yok. Yazının olası eksiklikleri kesinlikle Bourdieu’ye mal edilemez. Sorumluluk tamamen bana aittir.

Her iki yazar da yazılarında benim Türkiye’ye dair yaptığım analizlerle ilgili olarak hiçbir şey söylemiyorlar. Bu nedenle onlara bir itirazları olmadığı sonucuna varıyorum. Onlar daha çok genel olarak sosyolojinin neliği meselesine odaklanıyorlar. Elbette cevap verirken ben de mecburen aynı şeyi yapacağım. Ancak insan şunu da sormadan edemiyor: Eğer gerçekten sosyolojiyi anlama tarzım bu kadar sorunluysa, o anlayışla yaptığım analizlerin de yanlışlanması gerekmez miydi?

Sosyolojinin ne olduğuna dair özellikle Mustafa Kemal Coşkun’la çok farklı düşündüğümüz aşikâr. Bu konudaki görüşlerimi biraz daha ayrıntılandırmak isterim. Aslında yeni bitirdiğim ve umarım 2020 yılı içinde yayımlanacak olan Poetik ve Politik: Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi başlıklı kitabımda bu konuya da yer ayırmıştım. Burada kısaca ifade edeyim. Ben sosyolojiyi yüceltmiyorum. Toplum hakkında düşünce üretme, toplumu inceleme araçlarından sadece biri olarak görüyorum. Özellikle Comte’un “sosyal fizik” nitelemesinden yola çıkarak sosyolojinin aslında toplumun doğabilimi olduğunu düşünüyorum. Bence pozitivist bir sosyolojiden çok, sosyolojinin pozitivist doğasından söz etmek daha anlamlıdır. Sosyoloji toplumla ilgilenmenin en “modern” formlarından biridir. Bu nedenle de sosyolojinin çok sınırlı bir ufku olduğu söylemek isterim.

Ama toplumla ilgilenmenin tek biçimi sosyoloji değildir. En azından Rönesans’tan beri mümkün olan büyük ölçüde hümanizm hareketi kaynaklı bir human/social studies, yani Türkçede beşeri çalışmalar diyebileceğimiz bir geleneği ayırt etmemiz lazımdır. Bu gelenek kolaylıkla, sosyal bilim ve sosyolojiyle karıştırılır hep ama aslında çok farklıdır. Beşeri çalışmalar geleneği insanı, toplumu sosyoloji gibi verili bir şey olarak almaz, tam tersine onu bir inşa faaliyetinin konusu olarak değerlendirir. Bu bağlamda daha ileride sosyolojinin konusu olarak toplum en azından Avrupa tecrübesinde beşeri çalışmaların ilmek ilmek ördüğü bir yapılanmadır. Toplumu, bireyi kurma rolü sosyolojiye değil, beşeri çalışmalara aittir.

Üçüncü büyük gelenek ise elbette felsefedir. Toplumun ne olması gerektiği insanın mutlaka sorması gereken bir sorudur. Ancak bu soru sosyolojinin değil, felsefenin konularından biridir. Elbette felsefe de toplumla, insanla ilgilenir çok uzun zamanlardan beri. Hatta bunun piri Platon ve örneğin onun Türkçede Devlet olarak bilinen yapıtıdır. İdeal bir toplumun nasıl olması gerektiği sadece Platonik bir problematik değil, felsefenin en temel sorularından biridir. Dolayısıyla bu anlamda sosyolojinin ne olması gerektiği konusunda Mustafa Kemal Coşkun’un 11. Tez’e atıf yapması bence bir hatadır. 11. Tez bence de büyük ölçüde doğrudur ama felsefi bir argümandır, sosyolojik değil. Ayrıca Marx öncelikle bir filozoftur. Sermaye’nin (Kapital) uzun muhasebe hesaplarıyla dolu olması onu öncelikle iktisatçı yapmadığı gibi, toplumsal analizler yapması da onu öncelikle sosyolog yapmaz.

Bu çerçevede ben kendimi artık daha çok beşeri çalışmalar ve onun bir varyantı saydığım kültürel çalışmalara daha yakın görüyorum. Sözünü ettiği kitabımda da bunu temellendirmeye çalıştım. Felsefeyi filozoflara, sosyolojiyi de sosyologlara bırakıyorum. Burada önemli olan sapla samanı birbirine karıştırmamak olmalı. Ama Türkiye’de uzun yıllar sosyoloji diye aslında sosyal felsefe yapıldığı için, yani toplumun olması gerektiği mutlak bir hal varmışçasına davranıldığı için bunları birbirlerinden ayırt etmek o kadar da kolay olmayabiliyor. Bu açıdan bakıldığında Mustafa Kemal Coşkun’un yaklaşımı Türkiye’de sosyolojinin kurucusu kabul edilen Ziya Gökalp’ten farklı değil. Elbette Coşkun’un siyasi fikri Gökalp’ten farklı ama sosyolojiyi ele alma biçimleri aynı.

Sosyolojik bağlamda toplumun olması gerektiği bir hal yoktur. Toplumun ulaşması gereken bir final yoktur. Sosyoloji çok daha sınırlı ve mütevazı bir disiplindir. Toplumun olduğu hali ve bunun ardındaki nedenleri çözümlemeye çalışır o kadar. Eğer her toplumun gitmesi gereken tarihsel bir rota varsa, o zaman siyaset niye vardır? Bir düşünürün dediği gibi “Güneş tutulmasını gerçekleştirmek için siyasi parti kuruyor muyuz?”.

Bence Mustafa Kemal Coşkun toplumsal analizin reelliğiyle, siyasetin idealliğini birbirine karıştırıyor. Egemenler sosyolojiden asla korkmazlar. Egemenler ne üniversiteden ne bilimden ne sosyolojiden korkmazlar. Egemenlerin korktuğu tek bir şey vardır: Ezilenlerin örgütlülüğü ve dayanışması. Ve bu nedenle de ezilenlere ulaşmadan solculuk aslında mümkün değildir.

Örneğin, Türkiye’de genelde olduğu gibi öncelikle solcu ya da sağcı olarak iyi bir sosyolog olmak zordur. Kaliteli sosyoloji, beşeri çalışmalar ya da felsefe yaptığınızda siyasetin de kalitesi yükselecektir, toplumun da kalitesi yükselecektir. Ama bunun için öncelikle bu disiplinlerin hakkının verilmesi gerekir. Bunun tarafsızlıkla falan bir ilgisi de yoktur. Sivil, kamusal alanda bir yurttaş olarak istediğiniz siyasete angaje olabilirsiniz. Ama bu sizin mesleğinizi icra etme biçiminizi tümüyle belirlememelidir. Sosyoloji dünyayı değiştiremez. Sosyoloji herkese olduğu gibi dünyayı değiştirmek isteyenlere de, bu yolda veri, ufuk, donanım sağlayabilir. Yoksa dünyayı değiştirecek olan insan iradesidir, öznelliğidir.

Son olarak şunu söylemek isterim: Elbette her konuda aynı düşünmek zorunda değiliz. Sosyolojinin ne olduğu, nasıl yapılması gerektiği mutlaka tartışmaya açıktır. Ancak tüm değerli meslektaşlarıma, Bourdieu gibi sosyoloji tarihinde kanonlaştığı göz ardı edilemeyecek bir isim hakkında söz alırken “moda” gibi, bir ölçüde aşağılayıcı ifadeler kullanmaktan imtina etmelerini öneririm. Bir sosyolog için bunu yapmak bindiği dalı kesmekle eşdeğerdir. Bourdieu en az Mustafa Kemal Coşkun kadar değerli bir sosyologdur.


Besim F. Dellaloğlu Kimdir?

1965’de İstanbul’da doğdu. 1984’de Galatasaray Lisesi’ni, 1990’da Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Yüksek Lisans ve Doktorasını Mimar Sinan Üniversitesi’nde Sosyoloji alanında hocası felsefeci Ömer Naci Soykan danışmanlığında yaptı. Lisans ve lisansüstü eğitimi esnasında uzun süre Fransızca turist rehberliği yaptı. Memleketin büyük bir bölümünü gezdi. Frankfurt Goethe Üniversitesi’nde (1998), Paris VIII Üniversitesi’nde (2002), Lizbon Üniversitesi’nde (2014), Strasbourg Üniversitesi’nde (2017-2018), Mainz Gutenberg Üniversitesi’nde (2018-2019) doktora sonrası araştırmalarda bulundu ve dersler verdi. Bu vesileler sayesinde dönem dönem Frankfurt, Paris, Lizbon, Strasbourg ve Mainz’da yaşadı. Türkiye’de Mimar Sinan, Marmara, İstanbul Bilgi, Yıldız Teknik, Galatasaray, Kırklareli, İstanbul ve Sakarya Üniversitelerinde dersler verdi. 2019’da üniversiteden emekli oldu. Okuryazarlığa devam ediyor. Mevcudu bulunan kitapları şöyledir: Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum (Say), Romantik Muamma (Timaş), Benjamin (Derleme-Say), Benjaminia: Dil, Tarih ve Coğrafya (Ayrıntı), Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi (Timaş), Zamanın İçinden Zamanın Dışından (Heretik), Poetik ve Politik: Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi (Timaş).