YAZARLAR

'Bir Son Duygusu': Geleceksizliğin tarihi ve bugünü üzerine

Saflar gittikçe netleştiği için bir entelektüeller zümresinin şunu kendilerine göstermesine gerek yok: Ya yaşayabilecekleri Dünya gerçekten sona erecek ya da Kapitalizm ve ona göbekten bağlı devletler sistemi. Burada son otuz yıldır süren yarı-oyuncul bir Son duygusundan ziyade gayet canhıraş bir Son duygusunun devrede olacağı çok hareketli bir onyılın bizi beklediğini tahmin etmek zor değil.

“Kamusal ütopyaların” resmen tarihe karıştığının ilan edildiği 1990’lar başından beri entelektüel dünyada en aşina olduğumuz duygulanım nedir? Çok sık iddia edildiği üzere, “melankoli” mi? Olabilir, özellikle sol çevrelerde çok yaygın bir halet-i ruhiye çünkü. Ama bizim çevrelerde bu hissin, (özellikle İspanya’daki büyük hesaplaşmanın ardından enternasyonalizm ufkunun neredeyse bütünüyle rafa kalktığı otuzlardan başlayarak) aslında bütün bir yirminci yüzyıla damgasını vurduğu da iddia edilebilir. Son otuz yılı mühürleyen daha özgül ve daha yaygın bir duygulanım varmış gibi geliyor bana. Onu da en iyi anlatan tabir, ta 1960’lardan geliyor bence, Frank Kermode’un 1966 tarihli çetrefil kitabının adından: The Sense of An Ending. Yirminci yüzyıl İngilteresi’nde yazılmış belki de en güçlü edebiyat kuramı (Altbaşlığı Studies in the Theory of Fiction’dır) metinlerinden biri olarak nitelendirilebilecek, bir yandan da Vergilius ve Augustinus’tan Kantorowicz ve Cohn’a kıyametçi (apocalyptic) tahayyülün ve bu tahayyülü odağa alan çalışmaların izini süren bu kitap, muhtemelen bahsettiğim çetrefilliği yüzünden hâlâ Türkçeye çevrilmiş değil. Ama Julian Barnes’ın adını (galiba ruhunu da) bu kitaptan ödünç alan romanı çevrilmiş: Bir Son Duygusu başlığıyla. Kitap adı olarak yeterli bir başlık ama “ending”deki süregitme boyutunu, “sona ermekte, bitmekte olma ama daha sona varmama, tam bitmeme” hissini vermiyor elbette.

Halbuki neredeyse 30 yıldır tam da bu “bitti, bitiyor” hissini çoğaltıp duran bir kültürel iklimin içinde nefes almaya çalışıyoruz, işgal ettiği (sağ veya sol) siyasi pozisyonu besleyebilmek için sosyal ve beşeri bilimleri yakından takip edenler başta olmak üzere aslında hepimiz. Bir şeylerin sonunun geldiğini ilan etme mesaisinin tam ve sağlıklı bir soykütüğünü çıkaracak durumda değilim elbette, ama benim görebildiğim kadarıyla ilk sağcı entelektüeller başlatmış bu işi: Daniel Bell ta 1960’da “ideolojilerin sonu”nun geldiğini ilan etmiş; ama o zamanlar Amerika dışında pek de yankı bulmayan bu marjinal beyan esasen Fukuyama’nın (onun hatırlayanları daha çoktur) önce 1989’da yayınlanan makalesinde, sonra da 1992’de çıkan kitabında “tarih”in sonuna ulaşılmak üzere olduğunu zafer edasıyla ilan etmesiyle tekrar gündeme geldi. Arada, 1979 yılında da bu iki isme göre çok daha sol/liberal cenahtan sayılabilecek Lyotard, meşhur Postmodern Durum kitabında modernliğin zeminini oluşturan “büyük anlatılar”ın veya “üstanlatıların”sonunun geldiğini duyurmuştu; 1980’lerin ortalarında İngilizceye çevrildikten sonra daha yaygın bir ilgi görmeye başlayan bu kitap asıl 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla simgelenen bir bitişin, reel sosyalizmin sahiden “son” bulmasının ardından ellerden düşmez oldu. Reel sosyalizmin böyle (Eliot’ın müthiş dizesiyle söylersek “not with a bang, but with a whimper”/ “bir infilakla değil bir iniltiyle”) bitişi özellikle Fukuyama gibi sağcı entelektüellerce coşkuyla selamlandı; solcuların çoğunun zaten içinde bulundukları melankolik ruh haletinin (çünkü bu bitiş Jean Paulhan’ın, Gide öldükten sonra söylediği şu sözle nitelenebilirdi benim de dahil olduğum çoğu için: “Bugün ölen bir cesettir”) iyice koyulaşmasına neden oldu: Tarih çöplüğünde kapitalizmin karşısına çıkabilmiş şöyle veya böyle tek ciddi “alternatif” sona ermişti ne de olsa, zombileşmiş mevcudiyetini korumaya kurduğu polis devletleri de yetmemişti. Orada hakikaten biten bir şey vardı.

Ama yeryüzünün tüm anti-kapitalist fikriyat ve siyasetleri o bitişin ardından yeni bir “başlangıç” icat edecek takati ve aklı, başta örgütsüzlük, özeleştiri başarısızlığı, tahlilin zaman gerektirmesi olmak üzere türlü sebeplerle bulamayınca ortalık kavram cesetleriyle doldu: Modernliğin, tarihin, ideolojinin, büyük anlatıların, ulus-devletlerin, ütopyaların, entelektüellerin, rasyonalitenin, temsilin, kesinliklerin, hakikatin, sanatın, hümanizmin, hatta insanın vs. vs. “SONU”nun geldiğini duyuran metinler, tartışmalar birbiri ardına sökün etti ya da geçmiş yıllarda yaşamış düşünürlerin bu yöndeki savları yeniden gündeme getirildi. Ama baskın tını “kıyametçi” olmaktan çok “şenlikli”ydi en başlarda; zihinleri ketlediği, yanlış beklentilere, umutlara, arayışlara sevk edip kendine esir ettiği düşünülen kavram setlerinin tahakkümünden “kurtulma”nın, artık sahiden saf bir “bugün”de yaşayabilme imkânının doğduğunu sanmanın hafifliğiydi hüküm süren.

Ama ilginçtir, o “bugün”ün kendisine ait bir adı bile yoktu aslında (zaten bünyesi de müsait değildir belki bugünün; aşırı oynak ve gelgeç olması yüzünden sabitlenemediği için adını daima ya geçmişten ya da gelecekten alıyordur). Her şeye hep bir basübadelmevt (ölümden sonra yaşama/dirilme) hissi veren “post” önekinden medet umuldu çoğu yerde: Postmodern, post-hümanist, post-marksist, post-feminist, post-kolonyalist, post-endüstriyalist, post-Fordist, post-Kemalist, hatta son üç-beş yıldır post-postmodern, post-postfeminist, post-postkemalist vs.

Paradoksal bir biçimde, bugünü tam da öldüğü veya ağır yara aldığı düşünülen şeyle tanımlayabiliyoruz sadece o zamanlardan beri; “ütopya”nın “totaliter güç istenci” ile özdeşleştirildiği bu iklimde, bir gelecek tasavvuru veya tahayyülünün peşisıra çektiği, kendi manyetik güç alanına dahil ettiği ve kendi adını verdiği bir “bugün” yok ufukta; o ilk andaki “hafiflik” beklentisi de çoktan buharlaştı, aksine geçmişin yükünün kâbus gibi üzerine çöküp şekilsizleştirdiği, sakatladığı, adı bile olmayan bir “bugün” içindeyiz: Bunun bir semptomu olarak, senelerdir birbirimizden hep o öldüğü ilan edilen kavramlar adına (çoğunlukla gerçekten de) işlenmiş envai çeşit suçu “hatırlama”yı talep ediyoruz. Yeni kategorik buyruk “hatırla!” oldu. Yönelinen kolektif bir gelecek hayalinin bile olmadığı böyle bir ortamda da hatırlamak, en başta sanıldığı gibi özgürleştirici değil felç edici, eylemsizleştirici bir etki yaratıyor; daha geçmişinkilerin hesabını veremediğimiz için bugün işlenmeye devam edilen suçları öylece, takatsiz bir keder duygusuyla seyrediyoruz: Gelecek de, ona ancak bu sakatlanmış bugünün merceğinden bakabildiğimiz için hep yeni suçlar işlenip yeni “kurbanlar” (insanlarla empatiyi de ancak “kurban” konumuna düştüklerinde kurabildiğimize, bu iklime ilk yüksek sesli itirazı dile getirdiğini düşündüğüm Alain Badiou dikkat çekmişti ta 1993’te) üreteceğinden emin olduğumuz bir boşluk, içine düşeceğimiz yeni bir kuyu hükmünde yer alabiliyor sadece bu manzarada.

Bu hissin de yaygınlaşması sayesinde toplumların kolektif zamanı bile geriye doğru işlemeye başladı sanki; tarih içinde geri gidiyor gibiyiz: Halkların ağır bedeller ödeyerek elde ettikleri birçok kazanım, hak ve güvence ellerinden alınıyor. Dörtnala “sosyal devlet öncesi” vahşi kapitalizm koşullarına geri koşuluyor adeta bütün dünyada. Hatta biz Türkiyelilerin 12 Eylül’le resmi “startı verilen” bu geri koşuşun hızıyla dünyaya öncülük ettiğimiz bile söylenebilir. Çalışanların yarısının, açlık sınırındaki asgari ücrete mahkum edilmeye kolektif olarak itiraz edebilecekleri sendikal mekanizmaların ve grev hakkının tarumar edildiği; son beş-altı yılda her türlü protesto amaçlı sokak gösterisinin kriminalize edildiği; çalışanların kazanılmış emeklilik haklarının bile verilmediği, üstüne kıdem tazminatı haklarına dahi göz koyulduğu bir ortam 19. yüzyılda yaşıyoruz hissi vermiyor mu? Devletin klasik ideolojik meşrulaştırma araçlarına başvurmaya bile tenezzül etmeden sırf açık zor yoluyla (o yüzden gizleneni açık etmeye dayalı ideolojik analizlerin pek bir anlamı kalmadı gerçekten) kendini sermayenin çıkarlarını savunmaya adadığını alenen ilan edebildiği ve yıllardır kan dondurucu seviyelerde yaşanan iş cinayetlerini adeta teşvik ederek “sınıf mücadelesi”ni akla hayale gelmeyen boyutlara gerilettiği bir zaman dilimine dönmüş gibi değil miyiz? Kendine oy vermeyenleri, özellikle de açıktan açığa eleştirmeye cüret edenleri “düşman” olarak kodlayıp düşman hukukuyla muamele eden bir devlet mekanizması kaçıncı yüzyıla ait? Basının ve akademinin içinin o kadar yoğun bir baskı ve zulümle boşaltıldığı bir dönemdeyiz ki adeta 1933-1945 arasına dönmüş gibiyiz. Ücretsiz sağlık ve eğitim talep etmenin yalnızca üç-beş “marjinal” komüniste yakıştırılabildiği o çok eski zamanlar yürürlükte değil mi? Rejime demokrasi görüntüsü veren tek şey olan meclisi bile bütünüyle işlevsizleştirerek I. Meşrutiyet öncelerine dönmüş olmadık mı? Kadim (kökleri İslam’dan çok daha eski) Akdeniz patriyarkası geri dönmüş de kadınların bu ülkede büyük mücadelelerle elde edebildikleri kazanımları bütünüyle geri almak için canla başla uğraşıyor izlenimi edinmiyor muyuz sık sık? Üstelik bu ülke özelinde bu saydığım şeylerin hemen hepsi dünyanın başka birçok yerinde de hızla filizleniyor. 21. yüzyıl yeni bir yüzyıl değil de gittikçe artan dijitalleşmeye eski yüzyılların pastişlerinin yamanmasından ibaret bir kolaj hissi veriyor insana. Zamanlar da zamanla ilişkimiz de çığrından çıkmış gibi.

Bu noktada şu uyarı şart: Bu yaşadığımız fecaatin kökeninde 30-40 yıl önce “reel” sosyalist rejimlerin çökmesinin ardından entelektüellerin Aydınlanma değerlerine ihanet etmesini görenler olduğunu biliyoruz. Ben hiç onlardan olmadım; Aydınlanmacıların tersine, modernliğin, klasik siyasi ve felsefi temsil modellerinin, klasik hümanizm ve insan anlayışlarının, kesinliklerin, Fordist sanayi ve kalkınma paradigmalarının vs. gerçekten de bünyelerindeki çelişki ve tutarsızlıkların yoğunlaşmasıyla birlikte çıkmaza saplandığı yolundaki tespitlerin anahatlarıyla doğru olduğunu düşünüyor; buradaki gerçek krizler hiç yaşanmamış gibi yapılarak 70’li yılların eski güzel siyaset-iktisat-felsefe paradigmalarına, ulus-devletler içi mücadelelere dönerek her şeyin halledilebileceğini sananların fena halde yanıldığına ve hepimizi yanıltacağına inanıyorum. 90’lı yıllarda başlayıp hâlâ süregiden bütün bu entelektüel tartışmalar son derece gerçek krizlere cevap verme girişimleriydi. Oralarda yapılan en hayati hatanın aceleci “son” tahlilleri olduğunu düşünüyorum; reel sosyalizmlerin sona ermesi dışındaki bütün sonlar prematüreydi. Zaten bunları da çoğunlukla liberal-kapitalist dünyanın “mevcut dünyaların en iyisi” olduğuna iman etmiş sağcılar yapmıştı. Bu sağcı düşünürlerle aynı “postmodernizm” sepetine atılan birçok solcu düşünür (en başta da Jameson, Wallerstein, Karatani gibi isimler) “son” ilanları konusunda çok daha ihtiyatlı davranmış, ama hedefe konan ve sahiden de “modern” hayatın çok büyük bır kısmını belirlemiş olan kavram ve tasavvurların “her zaman zaten” krizle malul ve çelişkilerle dolu olduklarını gösteren tahliller yapmışlardı. Mesela, temsil mekanizmaları hem felsefi hem de siyasi alanda hep sorunlu olmuştu ama bu sonlarının geldiği anlamına gelmiyordu; sorunlu da olsa reel olarak işlemeye ve o realiteye damga vurmaya devam ediyorlardı. Asıl mesele onların yerini alacak yeni ve işlenme gücü yüksek yeni kavramların, yeni başlangıçların icat edilmesiydi ki bu da hemen olacak bir iş değildi, hem de aslında belki de entelektüellerin ancak mobilize olmuş kitlelerle birlikte yapabilecekleri bir şeydi.

Ama aradan geçen otuz yılın ardından, eskiden biraz da entelektüel caka satma havası taşıyan bu SON duygusunun entelektüellerle sınırlı olmaktan çıkıp gittikçe daha geniş çevrelere yayıldığı görülüyor. Çünkü gerçek dünya içinde etkileri çok daha dolaysız olarak hissedilebilen, çok daha elle tutulur, çok daha bildik bir şeyin, Doğa’nın sona erme, bitme tehlikesi içine girdiğini, kapitalizme toz kondurmama telaşı güdenler hariç herkes artık gayet net görebiliyor. İnsan türü olarak varlığımızın fiziki koşullarını ortadan kaldıracak, sahiden de insanlığın SONU olacak bir iklim bozulmasının şimdiden başlamış olduğunu sadece zihnimizle değil, duyularımızla bile algılayabiliyoruz (Hatta “son” fikrini fazlasıyla kanıksamış entelektüellerden çok, hiç değilse çocukları sayesinde hep bir gelecek fikrini alıkoymuş sıradan insanlar daha iyi algılayıp daha çabuk ve daha sert tepki veriyorlar. Mesela şu son “Kanal İstanbul” arsızlığına karşı insanların ne kadar hızlı seferber olabildiklerini gördüğümde gözlerim yaşardı).

Üstelik gittikçe daha fazla insan da bu değişikliğin temel nedeninin bir tür olarak insanın ontolojik yıkıcı nitelikleri filan değil (“antroposen” aşağı yukarı bu anlama geliyor), tam da insanın bu niteliklerini teşvik etmiş olan tarihsel bir sistem olarak kapitalizmin, hepimize ait olan doğal kaynakları, “müştereklerimiz”i sınırsız kâr ve sömürü arayışıyla talan etmesi olduğunu (“kapitalosen”) anlamaya başlıyor. Bir zamanlar kendilerine çeşitli sosyal güvenceler sağlamış olan devletlerinin kaderlerini kapitalizme gittikçe daha arsız ve daha aleni bir biçimde bağladıkça kendilerinin ilelebet payidar kalacağını sandıkları o güvence ve haklarına teker teker savaş açtığını, hiç görülmedik şiddette bir varoluş krizi içine giren kapitalizmin kendi reel Sonu’nun gelişini geciktirebilmek için elinden geleni ardına koymadığını, kendilerine kolayca zayi edilebilir, hakları elinden alınabilir unsurlar muamelesi yaptıklarını hissediyor.

Saflar gittikçe netleştiği için bir entelektüeller zümresinin şunu kendilerine göstermesine gerek yok: Ya yaşayabilecekleri Dünya gerçekten sona erecek ya da Kapitalizm ve ona göbekten bağlı devletler sistemi. Burada son otuz yıldır süren yarı-oyuncul bir Son duygusundan ziyade gayet canhıraş bir Son duygusunun devrede olacağı çok hareketli bir onyılın bizi beklediğini tahmin etmek zor değil. Hatta belki de türümüzün bir geleceği olup olmayacağını bu 2020’lerdeki mücadeleler belirleyecek diyebiliriz. Karşı taraf çok güçlü ve çok saldırgan görünüyor, üstelik hakemi de ayarlamış gibiler; ama biz çok daha kalabalık ve çok daha zekiyiz. Yakın tarihlerde Vietnam’ı ziyaret etme şansı buldum: orada ellerinde hiç ama hiçbir şey olmayan Vietnamlıların, en son silah teknolojisiyle donanmış Amerikalıları zekalarıyla nasıl alt ettiklerini, üstelik moral üstünlükleri sayesinde karşı saflardan sürekli kendilerine destekçi çekebildiklerini gözlerimle gördüm. Umudum arttı: Bizim de zeka ve ahlâkımız karşımızdakilerin fersah fersah üstünde. Aradaki muazzam güç farkından dolayı daha epey bir yaşayacağımız anlaşılan lokal yenilgilerden moralsizlik ve çöküntü hissi değil de gerçek dersler çıkarmayı başarabilirsek; “hatırlama” işini tiksinti ve kin içinde donup kalmak için değil geleceği hep birlikte inşa etme faaliyetinin ayrılmaz bir parçası olarak, geçmişten bugün “kullanılabilir” öğeler çıkartmak, (Benjamin’in tabiriyle) “eskiyi yenilemek” amacıyla yaparsak; ortak düşmanlarımızla savaşıp birbirimizle enine boyuna tartışmak yerine onlarla tartışıp birbirimizle savaşmaktan kaçınabilirsek, bir şansımız olabilir pekala.

Yeni onyılımız kutlu olsun!


Tuncay Birkan Kimdir?

Tuncay Birkan 1992-96 arasında Ayrıntı Yayınları'nda, 2004-17 arasında Metis Yayınları'nda editör olarak çalıştı. Çoğu sosyal ve beşeri bilimler alanında olmak üzere 50 civarında kitap çevirdi. Çevirmenler Meslek Birliği ÇEVBİR'in kurucularından biri ve ilk başkanıdır. Birikim, Toplum ve Bilim gibi dergilerde, bazı İnternet sitelerinde ve birkaç kitapta çıkan, çoğunlukla siyasi nitelikte deneme ve yazıları var. Refik Halid Karay'ın daha önce kitaplarına girmemiş yazılarından derlediği 18 kitaplık Memleket Yazıları dizisi 2014-17 arasında yayımlandı. Şu sıralar Haldun Taner ve başka yazarların yazılarından kitaplar hazırlıyor. 2019'da Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri (1930-1960) adlı bir kitabı çıktı.