YAZARLAR

Kanal İstanbul mu, II. Enver mi?

Tarihi şahsiyetlerden en çok ona benziyor. Din saikiyle politika üretme görünümünü önemseyişinden tutun kolayca iknada edilebilir, kandırılabilir oluşuna kadar benziyor. Popülist olduğu kadar gerçekçi değil siyaseti, tıpkı Enver gibi duygusal. Geçmiş hülyalara saplanıp kalmış bir tarih algısına sahip. Duygusal, refleksif iç ve dış politikasıyla İkinci Enver olmaya aday bir politikacı, Türkiye’nin tek adamı.

Türkiye için güvenlik şemsiyesi niteliğindeki Montreux Boğazlar Sözleşmesi esas itibariyle Rusya’yı, Karadeniz’den Ege Denizi'ne çıkış açısından kısıtlar. Buna mukabil Ege’den Karadeniz’e savaş gemileri ve denizaltıların geçişini de kısıtladığı için kıyısı olan tüm ülkeler gibi Rusya için de güvenlik şemsiyesi oluşturur.

İkinci Dünya Savaşı’nın adım adım yaklaştığı günlerde, Türkiye ve Rusya dahil tüm kıyıdaş ülkeler gibi, İngiltere ve Japonya da askeri ve ticari çıkarları için Karadeniz’in barış havzasına dönüştürülmesini uygun bulmuştu. Karşılıklı çıkarların örtüşmesiyle ve olabildiğince adil hükümler getirmesi nedeniyle uzun ömürlü oldu sözleşme.

Salt İstanbul’un değil Türkiye’nin askeri, sivil, ticari faaliyetlerle, Boğazlar kullanılarak hem denizden hem havadan yöneltilecek tehdit ihtimallerine karşı korunduğu, egemenlik haklarının ve çıkarlarının güvence altına alındığı bir sözleşmeden bahsedilmiş oluyor, Kanal İstanbul konuşulurken.

Ancak aynı zamanda sözleşme, Çanakkale ve İstanbul boğazlarına egemen olmanın Türkiye’ye kazandırdığı askeri ve ticari avantajı, taraf ülkeler aleyhine kullanmamak yönünde bizi de kısıtlıyor. Yani Osmanlı Devleti'nin gücü yerindeyken bu önemli suyollarında geçiş hakkı avantaj ve yasaklarını tek yanlı tespit edebilme iradesinden Türkiye yoksun bırakıldı sözleşmeyle.

Tabii ki Türkiye’yi bu kısıt hükümlerini kabule yönelten güvence, boğazların abluka altına alınma ihtimalini de önlemesiydi. Ki malum Osmanlı, Kavalalı İsyanı'ndan Birinci Dünya Savaşına kadar defalarca kuzeyden ve güneyden boğaz ablukalarıyla hareketsiz, soluksuz kalmıştı. Bazen Çanakkale boğazını abluka altına alan İngiltere’nin, bazen de İstanbul boğazını Karadeniz’den abluka altına alan Rusya’nın isteklerini kabul etmek zorunda bırakılmıştı.

Şüphesiz boğazların abluka altına alınmasını önleyen hükümler nedeniyle sivil geçişlere tonilato sınırları dışında tem serbestlik tanıma yükümlülüğü egemenlik haklarına halel getirmezdi. Tam tersine Türkiye’nin egemenlik haklarını tanıyan bu sözleşme hem bizim hem diğer taraf ülkelerin kazanımıydı. Moda tabiriyle, tam bir kazan-kazan anlaşması Montreux Boğazlar Sözleşmesi.

Kanal İstanbul Projesi, Karadeniz’den Marmara’ya açıldığı için sözleşmeyi delecek askeri ya da ticari geçiş mümkün olmayacaktır. Karadeniz’e gitmek isteyen sözleşmeye aykırı deniz taşıtları Çanakkale’den geçemez. Aynı şekilde Ege’ye çıkmak isteyen sözleşmeye aykırı deniz taşıtları da kanaldan girse bile Çanakkale’den çıkamaz. Yani Rusya Büyükelçisinin Murat Yetkin’e söylediği ve günlerdir pek çok uzmanın belirttiği gibi Kanal İstanbul Projesi sözleşmeyi delecek bir tehdit değil. Montreux Boğazlar Sözleşmesi yürürlükteyken sözleşme hükümlerine uygun hiçbir deniz taşıtı İstanbul Boğazı yerine İstanbul Kanalı’ndan geçmeye zorlanamaz. En basit söyleyişle Boğaz’daki yalıları koruma yeteneği yok bu kanalın. Öyleyse neden yapılıyor?

Kanal İstanbul Projesi hakkında Erdoğan’ın el mana fi batn-ı şair türünden açıklaması şöyleydi:

“Şimdi burası yapıldığında bu işin sadece çevrecilik yönünden kurtuluşu değil, bunun yanında çok daha bir siyasi boyutu olacak ki bunu şimdi kullanmıyorum. Vakti saati geldiğinde onu da kullanırız. O siyasi boyutuyla da Kanal İstanbul dünyada çok ciddi bir sükse yapacak. Böylesine stratejik önemde projeyi engellemek için her yolu deniyorlar. Biz kimlere hangi mesajların verilmek istendiğini gayet iyi biliyoruz.”

Nedir bu siyasi boyut, sorusuna iktidar ve yandaş açıklamalarında cevap bulmak mümkün olmuyor. Dolayısıyla yukarıda kısaca değindiğim egemenlik hakları konusunda Osmanlı ve Türkiye arasındaki farkı hatırlatıyor bu gizemli ifade. Hani zaten yıllardır siyasi ve akademik çevrelerde özellikle İslami camianın romantik bile değil hayalperest tarihçilerinin dilinde gezen mırıltılar geliyor akla. Türkiye’nin boğazlar üzerindeki egemenlik haklarını Montreux’nün bir adım daha ötesine geçirebilme hevesi. Yeni(den) Osmanlı romantizmiyle pek örtüşüyor bu ihtimal. Sözleşmeyi delmeden Montreux hilafına Karadeniz’e çıkış yapabilecek tek ülke Türkiye olur, bu kanal yapılırsa.

Türkiye gerçekten Karadeniz’de askeri çatışmayı göze alacak olsa bu kadar gürültü patırtıyla kanal yapması gerekmezdi. Doğal olarak tek taraflı sözleşmeden çekilme hakkı tüm ülkeler gibi Türkiye için de geçerli. Ama niyet gerçekten bir çatışmaya girişmek değil de Karadeniz’deki askeri varlığını her an artırabilme ihtimalini, Türkiye siyasetinin cepte koz olarak kullanmasını mümkün kılacak bir adım atmak olabilir.

Türkiye’ye önce doksanlarda, sonra iki bin onlarda ve şimdi iki bin yirmiye gelirken bu aklı verenlerin kimler olduğunu kestirmek güç. Ancak Erdoğan’ın şahsında kolayca ikna edilerek dimyata pirince gönderilecek ikinci bir Enver buldukları söylenebilir. Yıllardır kimileri çokça öykünmesi nedeniyle Abdülhamit’e, kimileri “yeşil Kemalist” icraatları nedeniyle Atatürk’e benzetirken aklıma hep Enver Paşa gelirdi. Tarihi şahsiyetlerden en çok ona benziyor. Din saikiyle politika üretme görünümünü önemseyişinden tutun kolayca iknada edilebilir, kandırılabilir oluşuna kadar benziyor. Popülist olduğu kadar gerçekçi değil siyaseti, tıpkı Enver gibi duygusal. Geçmiş hülyalara saplanıp kalmış bir tarih algısına sahip. Duygusal, refleksif iç ve dış politikasıyla İkinci Enver olmaya aday bir politikacı, Türkiye’nin tek adamı.

Kanal vasıtasıyla Türkiye’nin boğazlar üzerindeki egemenlik hakkını fiili olarak bir miktar daha güçlendirebileceğine ikna edilmişse gerçekten bu korkunç bir hata olur. Çünkü kanal sözleşmenin kısıtlarından Türkiye’yi kurtarabilecek gibi görülse de aslında Türkiye’yi Montreux güvenlik şemsiyesinden mahrum da bırakacaktır. Boğazlar hava sahasında geçerli olan uçuş rota sınırları Kanal İstanbul için geçerli olmayacak. Bu güvencesizliğin yarattığı büyük riski görmek için dahi olmak gerekmiyor.

Ancak hayali kazançlara ikna edilmek için Enver kadar kolay kandırılabilmek yeterli. Mesela Kasım sonunda mevsim şartları ikazını hiç dinlemeden Doğu Cephesini açan Enver Paşa, savaşmaya bile gerek kalmadan Kafkaslar ve Orta Asya’daki Türklerin, Osmanlı askerinin geldiğini öğrenmekle hemen Çar’ın ordularının karşısına dikileceğine inanıyordu. Willhelm’in ikna ettiği şekilde Türk dilinin farklı lehçe ve şivelerini konuşan dindaşlarımızın, Halifenin ordularına yardım için Rus askerlerini durdurmaya gönüllü ve hazır olduğunu sanıyordu. Ordunun teçhizat ve tedariki için de bu varsayıma gönülden inanmıştı. Yoksa kış mevsiminde 90 bin askerin Sarıkamış’ta donarak şehit olması için göndermemişti tabii ki orduyu.

Tek karar vericinin yanlış kararlarının bedelini ödeyiş hikayelerimizle dolu tarih...


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.