YAZARLAR

Kendine, evine, dünyaya yerleşmek

Ne zaman evlerden söz etsek aslında kendimizle kurduğumuz ilişkiyi konuşuruz biraz da… Nasıl ki bedenden söz ettiğimizde bedenimizin sınırlarını çizen deriyi es geçemezsek, barındığımız ev de sanki bir ölçüde dış dünyamızın derisi gibidir.

Sokağa manzarası olan ve perdeleri sonuna kadar açılmış veya sadece incecik bir tül perdeyle dışarıya mesafelenmiş evlerin içine göz atmadan edemiyorum. Dünyanın neresinde olursam olayım… Hele bir de orada abajurun sıcacık sarı ışığı serilmişse ortalığa, görüş açımda bir kütüphane ve/veya yemek masası da yer alıyorsa, zihnimde hemen kısa metraj bir film çekmeye başlarım, öyküler içinde dolanırım. O evin böyle görünmesini sağlayan insanların kimler olduğunu hayal ederim. Oraya ne denli yerleşip yerleşemediklerini düşünürüm. Sonu hep muhabbete, sıcaklığa ulaşan öykülerdir bunlar.

Floresan lambalı evler ise tüm hevesimi kırar. O soğuk ışığın buz gibi bir duygusu var çünkü. Çağrıştırdığı mekânlar da hep olumsuz tınlıyor bana; hastane, hapishane, devlet daireleri, kasvetli ofisler vs… Evlere ise hiç yakışmıyor. Yani floresan lambalı bir evden yuva olur mu mesela bilmiyorum.

Zaman söz konusu olduğunda döngüsel zaman içerisinde yuvarlandığımızı savunsam da bir yanım çizgisel zaman içerisinde belirleniyor. İlklere ve sonlara bazı anlamlar atfettiğimi inkâr edemem. Söz gelimi 2019’un ilk yazısını evlerden taşınmalar üzerine yazmışken, tesadüf müdür bilmiyorum ama şu an okuduğunuz son yazısı da evlere(!) yerleşmeler hakkında oluyor. Sanki döngü ben istesem de istemesem de kendisini tamamlıyor. Eski yılın başlangıcını ve sonunu belirleyen bu iki kavram benim için bir ölçüde yaşamın özetini de sunuyor. Elbette ne zaman evlerden söz etsek aslında kendimizle kurduğumuz ilişkiyi konuşuruz biraz da… Nasıl ki bedenden söz ettiğimizde bedenimizin sınırlarını çizen deriyi es geçemezsek, barındığımız ev de sanki bir ölçüde dış dünyamızın derisi gibidir.

Bir insan evine tam manasıyla ne zaman yerleşir? Peki hiç yerleş(e)memek mümkün müdür? Bir eve yerleşmek, onun gıcırdayan basamağını, su akıtan borusunu, duvarındaki çatlağı, en fazla güneş alan odasını anlamakla; evinin bulunduğu muhiti, bakkalını, manavını, komşusunu tanımakla mümkündür. Eve yerleşmek, o evi ev yapan her şeye temas etmek demektir. Peki dünyaya ne ölçüde yerleşiriz? Dünyaya yerleşmek evlere yerleşmekle paralel midir?

Nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama kendilik psikologlarının kullandığı bir cümle geldi aklıma; “Çocuk dünyaya yerleştikçe, dünya da çocuğa yerleşir” diye... Çocuk dünyaya gözlerini açar, dünyaya yerleşmeye başlar. Bir taraftan da iç dünyasına sürekli bir şeyleri dahil ederek orayı genişletir. İlişkileri dahil eder dünyasına, ötekinin bakışını, sözünü, aktarılan birçok bilgiyi, deneyimlerini… Dünya da çocuğun iç dünyasına işte bu şekilde yerleşir. Bu yerleşmeler dünya döndükçe de devam eder; mevsimlere yerleşiriz, ilişkilere, evlere, kentlere, hayallere…

Peki acaba kendimize yerleşmeden herhangi bir şeye yerleşebilmek mümkün müdür? Peki ya insan kendisine nasıl yerleşir?

Yeryüzünde ne kadar insan varsa kuşkusuz o kadar yolu var bunun… Ancak bana en temel görünen şey kişinin kendisini tanıdıkça kendisine yerleşebileceği… Çünkü bir eve, bir kente, bir ilişkiye ya da herhangi bir şeye de ancak onu tanıyarak yerleşebiliriz, onu bilerek…

Kendini tanımak, önce bedeninin sonra da ruhsallığının sınırlarını bilmekle, karanlık ve aydınlık taraflarına temas edebilmekle, içinden gelen ayrıksı, uyumsuz ve pek tabii melodik seslere kulak kabartabilmekle, duygularına, olana bitene, kendine ve ötekine farkındalığını geliştirebilmekle mümkün en çok. Kişi kendisini tanıdıkça kendini kabullenme ve dolayısıyla da kendini iyisiyle kötüsüyle kapsama becerisi de artıyor. Kendi kendisinden içsel bir yuva kuruyor o vakit. Kurulan içsel yuva, dışarıdaki yuvayı yani dünyayı da muhakkak şekillendiriyor. Sağlam bir içsel yuva oluşturabilmek, dışarıdaki yuvanın da en sarsılmaz zemini.

Bu tanıma eylemini hiç tercih etmemek de pekala mümkündür. Kendi renginden, müziğinden, eylemlerinden bîhaber yaşamak… Duygularını hissedememek. Kendine ve dolayısıyla da ötekine yabancı olmak. İşte sanıyorum o vakit dünya da dahil birçok şeye yerleşemeyişlerin ve hep dünyadan bir şey eksiltişlerin hikayesi çıkar ortaya.

Dünyaya eklemek değil de çıkarmak, dolayısıyla kendini de eksiltmek, ufaltmak…

Kendimize yerleşebildiğimiz bir yıl ve bir ömür diliyorum. Bir de hem içimizde hem dışımızda sarı ışıkların çoğalmasını…


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.