YAZARLAR

Sınırötesinden denizaşırıya: Sorun çözmemek, bela aramak

Libya’ya birlik gönderme hevesi, İncirlik ve Kürecik’i kapatma safsatası, doğal boğaza koşut yapay kanal kazıp Montrö’yü yırtıp atmak tasarısı bir yanda. ABD Başkanı Trump’ın yaptırım paketini imzalaması, İdlip’te Suriye’nin Rusya desteğiyle yeniden saldırıya geçmesi, Barış Pınarı harekâtının M-4 karayoluna erişemeyip gündemden düşürülmesi, Kırım’ın ilhakına, Çin’in Uygur Türklerine reva gördüğü toplama kampları zulmüne, Hindistan’ın Müslümanlara ayrımcılık yapan yasasına sağır edici sessizlik beri yanda.

Tüm bu olan bitenin, dış siyasette etkinlik yerine işgüzarlığı, strateji yerine meydan okumayı, iddialılık yerine gözükaralığı ikame eden bu sürekli hamlelerin ardında akıl aramak beyhude bir uğraş mı? İçeride Hamit’e, dışarıda Enver’e öykünen hatta neredeyse tapınan bu yaklaşımın yakıtı, yalnızca tabanın gönlünü okşayıp, yüzde bir ila beş oranında katkı da sunsa seçim kazandırmak, gündemi meşgul etmekten ibaret mi? Yükselen, ama onu zemine bağlayan çelik kablosunu koparmış, sanki stratosfere doğru yükselen bir meteoroloji balonu gibi yükselen bu dış siyasetin biteviye devinimi hangi eşiğe tosladığında durur? Durur mu, duracak mı?

Dileyen okurlar, bu tür dolambaçlı sorulara değerli hocalarımız Prof. Dr. Serhat Güvenç ve Doç. Dr. Mehmet Ali Tuğtan’la somut örnekler üzerinde doğrudan yanıtlar aradığımız son Dünya ve Biz programını da ayrıca izleyebilirler. Yukarıdaki soruları şimdi düşündürten, yine ve yeniden güncel kılan kısa vadede Libya, uzak vadede ise Kanal İstanbul’un Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın öne çıkarmaktan mutlu göründüğü siyasal boyutu. İkincisi, cumhuriyetimizin 1923’te imzalanan Lozan Barış Anlaşması’yla birlikte iki kurucu senedinden biri olan 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin tek yanlı olarak tarafımızdan feshedilecek olmasını içeriyor.

Eğer bir “tasarı” (firenkçe “grand dessein” diyelim) varsa sanırım şöyle işlemesi öngörülüyor: Söylemde yani pazarlamada, halka yitirdiği, adeta ampute edilmiş bir uzvu anımsatılır, olmayan bir sızı duyumsatılır gibi, tahayyül edilmiş ama var olmamış bir ihtişamlı geçmiş anlatılır. Her biri farklı cephelerde ateş, çelik ve kanla imtihan olmuş cumhuriyetin kurucu liderleri ezik, özgüvensiz, emperyal bilinçten yoksun ve tabii “İslâm dairesine dışarıdan musallat mukallit” monşerler olarak resmedilir. Nitekim, bir maiyet yazarı gerçekötesi anlatıyı o denli zorlar ki zamanında “Atatürk’ün Libya’nın bağımsızlığı için savaştığını” Kılıçdaroğlu’nu eleştiri adına öne sürebilir.

Aslında buna modern tıpta konulacak tanı, “nasyonalizm sosuna bulanmış irredentizm”, pek esrarengiz bir durum yok ortada. Bu işin tezgâhtarlık kısmı. Uygulamada, silahlı İHA’lar, yeni yazılımlar, Pakistan’a dört adet satılan Ada sınıfı korvetler, Altay tankı vb üreten bir yerli ve milli silah sanayisi yaratmak, bu yaratılan sanayinin kendi peşinden bir teknolojik inovasyon sıçramasını sürüklemesi, çeşitli cephelerde “sahada sunumu yapılacak” bu ürünlere uluslararası pazarda alıcı bulunması öngörülüyor. Dosta güven, düşmana korku salan bu kısma da yine modern tıp tahsil etmiş kimi mütehassıs hekimler “oportünist developmantalizm” teşhisi koyuyor.

Ancak iddia, sınırötesinden, Kürdün tepesine binmekten ve komşulardaki iç çatışmalardan bilistifade fütuhat, oyun kuruculuk ve olmadı, vekil savaşlarıyla oyuna çomak sokmaktan, denizaşırı harekâta yükseltilince mümtaz anamuhalefet dahi gözlerini kırpıştırıp gaflet uykusundan uyanır gibi oldu, yanındaki yolcuya dönüp “Polatlı’ya vardık mı” diye sordu. İş oylamaya gelince ciğerlerde bir yanma başlar mı, o kadarını henüz bilemiyoruz. Zira, bugüne dek “milli duruş” çağrısını duyduğunda anamuhalefet hep dirsek temas aralığını kollayıp, esas duruşa geçti.

“Dış politikanın birinci amacı, devletin ve ulusun başını derde sokmamak, yeni sorunlar çıkarmamak, sonra da mevcut sorunları çözmek. AKP iktidarının dış politikasına baktığımızda ise, ülkenin başına yeni sorunlar çıkarmak için sanki özel bir çaba içinde.” Bu satırlar herhalde diplomasi konularında akil insanlığı, deneyimi, birikimi sorgulama konusu olamayacak (e.) Büyükelçi Rıza Türmen’e ait. Bu politikanın bir yansıması da “çevremizdeki muhayyel muhasarayı yarıyoruz” derken yola yapayalnız, tığ teber devam etmek. Ben “yalnız süvari” diyorum, başkaları “yalnız kurt”. Bu tek tabanca atılımların maliyetini açık uçlu kaldıracak barut yani kaynak yani ekonomik durum var mı pekiyi bizde? Takdir sizin.

Libya’ya birlik gönderme hevesi, İncirlik ve Kürecik’i kapatma safsatası, doğal boğaza koşut yapay kanal kazıp Montrö’yü yırtıp atmak tasarısı bir yanda. ABD Başkanı Trump’ın yaptırım paketini imzalaması, İdlip’te Suriye’nin Rusya desteğiyle yeniden saldırıya geçmesi, Barış Pınarı harekâtının M-4 karayoluna erişemeyip gündemden düşürülmesi, Kırım’ın ilhakına, Çin’in Uygur Türklerine reva gördüğü toplama kampları zulmüne, Hindistan’ın Müslümanlara ayrımcılık yapan yasasına sağır edici sessizlik beri yanda. Bu “enveresk” büyüklenmelerin, meydan okumaların, eylemle söylem makasının açılmasının sonu nerede, nasıl gelir sorusu tam karşımızda.

Yukarıda tanıtımını yaptığım Dünya ve Biz’de Mehmet Ali Tuğtan Hoca, siyaset bilimcilerin yeni dünya düzenini “belirmekte olan gevşek çokkutupluluk” olarak betimlediğinden söz etti. Nitekim ABD Savunma Bakanı Mark Esper, “Ulusal Savunma Stratejimiz bizim (yani ABD’nin) şu anda büyük güç rekabetinde olduğumuzu söylüyor. Bizim başlıca rakiplerimiz Çin ve daha sonra ise Rusya. Dolayısıyla benim amacım Suriye olsun veya Afganistan olsun, asker sayımızı buralardan düşürüp ülkeye getirip daha büyük görevler için tekrar eğitmek veya onları Hint-Pasifik bölgesine konuşlandırmaktır. Bu benim ana amacımdır." açıklamasını yaptı. Ankara’daki karar alıcı “buradan bize ekmek çıkar” yargısına varmış olmalı.

Oysa aynı Dünya ve Biz’de Serhat Güvenç Hoca ise II. Dünya Savaşı’nda General Patton’un Berlin’e varışının (kendi komuta kademesince) yakıtı kesilerek durdurulduğunu anımsattı. O bağlamda Tuğtan Hoca da General Bradley’nin zaferlerde lojistiğin önemine vurgusuna değindi. Ben de, yarı şaka yollu, “filmi çekilenin, hikâyesi yazılanın yine de Patton olduğuna” dikkat çektim. Güvenç Hoca’nın vurgusu finalin, ya oyundaki diğer güçlerin Türkiye’nin kendi kaynaklarını tüketmesini beklemesiyle, ya yine Türkiye’nin kendi eseri olacak bir devasa çuvallamayla karşılaşmasıyla geleceği mealindeydi. Her iki olasılık da gayet geçerli ve gerçekçi gözüküyor. Hem parlamenter hem toplumsal muhalefete düşen bıkmadan, usanmadan “neden?” diye sormak olmalı herhalde: Filmimiz çekilecek sanırken, film olmayalım.


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.