YAZARLAR

Cennete ölmek

Kapıyı açınca cennete dalıyordun sanki. Koca bir ormanın yanındaydı kilise. Papağanlar neşeli çığlıklar atarak, çan kulesine konuyorlardı, birbirlerine kur yapıyorlardı. Bir sürü de başka kuş.

Kilisenin bir odasında uyuyorduk. Bolivya’da bir dağ kilisesi. Yolda otostop yaptığımız usta getirmişti buraya. Ben orada kalıyorum demişti, ucuz ve temiz. Rahibelerin öyle ayine çağırma filan gibi adetleri de yoktu. İnsanı neden zorla cennete göndermek isterler onu da anlamam. Kendi günahlarını azaltmak için galiba. İnsanları kampanyaya dahil edersen, indirimden yararlanmak gibi bir şey. Halbuki daha az günah işle o zaman. İllaki cennete gitmek istiyorsan. Öyle değil mi?

Bu belki de burada çok gerek olmadığı içindi. Çünkü kapıyı açınca cennete dalıyordun sanki. Koca bir ormanın yanındaydı kilise. Papağanlar neşeli çığlıklar atarak, çan kulesine konuyorlardı, birbirlerine kur yapıyorlardı. Bir sürü de başka kuş. Adlarını bilmiyordum ve o zaman öyle telefon uygulamaları filan yoktu. Cep telefonu da yoktu. Bir köşelere olsun kaçabildiğiniz güzel günlerdi yani. Kimseye ‘niye bana cevap vermedin’ diye dert anlatmıyordunuz ve bir de cep telefonu faturası ödemiyordunuz.

Kilisenin mutfağında kahve yapıyor ve mancuyaka haşlıyorduk. Her şeyimiz vardı yani. Bir de limon ve avokado kilise bahçesinden. Ortasından ikiye bölüp limon sıkıyorduk. Biraz tuz. Geçen rahibeler ile tebessüm ediyorduk birbirimize, saygıyla. Kuşlarsa çan kulesinin üstünde birbirlerine danslar ediyorlardı. Kanatlarını açıp, renklerini birbirlerine gösteriyorlardı. O kadar çeşittiler ki faşistlere inat ve hiçbiri çan sesini taklit etmiyordu. Şehirdekiler kesin ediyorlardır bence, İtalya ya da İspanya’da.

-Kuşların çalan otomobil alarmları gibi bip-bip diye ses çıkardığını gördüğümde, dehşete kapıldım diyordu Unabomber, Manifestosuna saygıyla…-

Çok renk vardı her yerde. Çok bitki, karmakarışık ve birbirine sarılmış. Henüz iki hafta önce içlerinde kaldığımız, kilometrelerce büyüklüklükteki GDO’lu mısır tarlalarından sonra askerden yeni tezkere almış gibi hissediyordu insan. Aynı boyda, aynı renkte ve aynı badem bıyıklıydılar. -Manken mısır diyorlardı bunlara Ege’de köylüler- Sonra aynı ordudan olanlar, üstlerimize uçaklarından zehirli gazlar atıyorlardı. Vietnam’da kullanılanın seyreltilmiş olanlarından. Onların mısırlarından başka her şey ölüyordu etrafta. Bütün diğer otlar, diğer ağaçlar, kuşlar ve insanlar biraz daha uzun ve yavaşça, kanser olarak, muhtelif isimlerle.

Sonra ilk bilgisayar bulduğumuzda, bir sürü mail okuduk endişeli. İki hafta önce, içinde yaşadığımız köylü hareketinin mitingine ateş açmışlardı. GDO’ya karşı mücadele ediyordu hareket. Kimliği belirsiz üç kişi vardı ölenlerin arasında. ‘Öldünüz ve cennettesiniz zannettik’, dediler.

Bir kısmında haklıydılar..


Metin Yeğin Kimdir?

Yazar, belgeselci, sinemacı, gazeteci, avukat, seyyah... CNN-Türk, NTV, Kanal Türk, Al Jazeera, Telesur televizyonlarına 200'e yakın belgesel ve kurmaca filmler yaptı. Türkiye'de Cumhuriyet, Radikal, Birgün, Gündem; dünyada Il manifesto, Rebellion gazetelerine köşe yazıları yazdı. Dünyanın sokaklarını anlattığı 10'dan fazla kitaba sahip. Dünyanın farklı yerlerinde yoksullarla birlikte evler inşa etti, bir sürü farklı işte çalışarak yazılar yazdı, filmler çekti. Birçok ülkede kolektif çalışmalara katıldı, kooperatif örgütlenmelerine öncü oldu. Ekolojik direnişlere katıldı, isyanlara tanıklık etti. Türkiye ve birçok ülkede öğretim üyeliği yaptı... Ve dünyayı değiştirmeye çalışmaya devam ediyor hâlâ...