YAZARLAR

Krizi atlamak, sandığı kurtarmaz

Üç yıl içinde “durumum daha kötü oldu”, gelecek yıl için “daha iyi olacağını beklemiyorum” diyenler yüzde 55-60 seviyesinde. Önce ülkenin uçuşa geçmesinin, ardından bekasının garantisi olarak sunulan sistem değişikliğine karşı olanlar yüzde 60’lara dayanmış. Yaşadıkları ekonomik zorlukları sistem ve dolayısıyla sistemin ısrarcıları ile ilişkilendirmeye başlayanlar artık çoğunluk. Böyle bir tablo, “kararsızlar istatistiki olarak dağıtıldığında” iktidarın 50+1’i sağlıyor olmasını önemsiz hale getiriyor.

Rakamlar bazen fazla soğuk. Çok iyi bildiğimizi düşündüğümüz gerçekler, kanıksadığımız rakamlar halinde önümüze geldiğinde olanı tam anlayamıyoruz. Mesela her ay açıklanan işsizlik oranı bir yüzde olarak söylediğinde, kaç evdeki aç geçirilen, soba yanmayan geceden bahsedildiği tam anlaşılmıyor. 4,5 milyonu aşan işsizin, yeterli para girmeyen en az üç milyon ev ve aileleriyle yaklaşık 10 milyona yakın insan demek olduğunu göstermiyor. Yüzde olarak ifade edilen bu rakamlar, iş aramaya devam edecek enerjisi kalmamışları, vazgeçmişleri de saymıyor. Bu ülkeyi yönetenler, işsiz olan yüzdenin dışındakilerin çalıştığını sanıyor. Böyle düşünmenin ayıbı yetmezmiş gibi bir de çemkiriyorlar: “İş bulanlardan bahsetmezler ama...” İş aramaya çaresizce devam eden genç işsizlerin oranının yüzde 26’nın üzerinde olması, üniversite mezunu kadınların yüzde 40’nın işsiz bulamaması rakamlardan çok daha fazla şey anlatıyor. Ebeveynlerin çocuklarından, çocukların ana-babalarından saklamaya çalışırken helak oldukları hayal kırıklıkları, çaresizlikler, bunalımlar ve korkular. “Dengelenme, toparlanma” lafları, bu sayıların ama asıl olarak yaşanan bu derin acıların yerli yerinde durduğu gerçeğini değiştirmiyor.

İş bulduğu ve çalışabildiği için mutlu olması, şükretmesi ve nankör olmaması istenenlerin resmi de hayli bulanık. Bu ülkede iş bulabildiği için mutlu olması beklenen çalışanların 10 milyonu (her üç çalışandan biri) asgari ücret alıyor. (Kaynak: DİSKAR). Asgari ücretle çalışmak; 2558 TL brüt ücret almak, yani cebine 2020 TL para girmesi demek. İktidarın istediği enflasyon rakamlarını tutturmak için acayip “sepetler” kullanan, kimsenin maksatlı bir kötümserlik beklemeyeceği TÜİK bile orta ağırlıkta bir işte çalışan işçinin, bir aylık gıda harcaması için gerekli paranın 2 bin 331 TL olduğunu söylüyor. 2020 yılı için asgari ücret seviyesini belirlemede referans olacak bu rakamla TÜİK, 2019 yılında asgari ücret alanın aç kaldığını itiraf etmiş oluyor. TÜRK-İŞ araştırmasında da, 2019 Kasım ayı için evli olmayan-çocuksuz bir çalışanın ‘yaşama maliyetinin’, yani ancak hayatta kalabileceği sefalet ücretinin 2.577 TL olduğu söyleniyor. Zaten dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 2.100 TL olarak hesaplanıyor. Yani hangi hesaba bakarsak bakalım, asgari ücret alan insanların –eve giren birden çok gelir yoksa- önemli bölümü, aileleriyle birlikte açlık ve sefalet içinde.

Memleketin açlık ve yoksulluk sınırı altındaki nüfusu için, kimse yüzde yirmilerin altında bir rakamdan bahsetmiyor. Hesaplamaların en iyimseri beş kişiden birinin, en kötümseri üç kişiden birinin yoksulluk sınırı altında yaşadığını söylüyor. Her an bu sınırın altına düşebileceklerinden korkanların sayısı da sürekli büyüyor. Bütün grafikler, son iki yılda yaşam standartlarında geometrik biçimde düşüş gösteriyor. Bütün araştırmalarda, bir önceki yıla göre durumunun daha kötü olduğunu söyleyenler artıyor, sonraki yıl daha iyi olacağını umanlar hızla azalıyor. Prof. Dr. Korkut Boratav’ın “krizin toplumsal bunalım aşamasına geldiği” görüşünü doğrulayan bir tablo bu. Krizin daha önceki evrelerinde bile önemli siyasi değişimler olacağı beklentisi yüksekti. Ekonomik göstergelerle siyasal davranış arasındaki direkt bağlantının hızlı sonuç vereceği öngörülüyordu. Beklendiği gibi olmadı. Olmasını durdurmak için devreye alınmış siyasi müdahaleler yanında, ekonomik endişenin sınırındaki en yoksul kesimler “değişikliğin getireceği risk” umacısını satın aldı (2018 seçimi). Ekonomik olarak biraz kafasını kaldırabilmiş olanlar, AKP’nin yarattığı yeni orta sınıf olarak tarif edilenler de “kazanılmışları kaybetme korkusunu” benimsedi.

Geçtiğimiz hafta yazdığım “değiştirmek mi, sürdürmek mi zor? yazısında, iktidarın ekonomik endişeleri kendisinden uzak tutmak için “sürdürülebilirlik” stratejisini seçtiğini öne sürmüştüm. Ancak aynı yazıda iktidarın bu tercihinin, ekonomik krizi kendi yaşamında somut olarak hissetmeye başlayan tabanında, yavaş ama başladıktan sonra geri döndürülmesi zor bir kırılma yaratabileceğini yazmıştım. KONDA ve Metropoll araştırmalarında ortaya çıkan kararsız oy tırmanışının bir gösterge sayılabileceğine işaret etmiştim. Ayrıca seçmenlerin yönetim ve sistem tartışmalarının ekonomiyle bağını kurmaya başlayabileceğine dikkat çekmiştim. Henüz bütün ayrıntıları yayınlanmamış olsa da MAK Araştırma’nın son anketi de, diğer çalışmaları ve benim ihtimal olarak öne sürdüklerimi teyit eden sonuçlar veriyor. İktidara daha yakın olduğu bilinen MAK Araştırma Başkanı M. Ali Kulat, referandumda evet diyenlerin dörtte birinin hayır safına geçtiğini, bugün bir oylama yapılsa parlamenter sisteminin büyük bir destek alacağını söylüyor. Parti ismi vermeden AKP’yi ima ederek, seçmenlerin yüzde 25’inin kararsız kümesine geçtiğini ama geri dönüp dönmeyeceklerinin belirsiz olduğunu öne sürüyor. Bu verilerin toplamı büyük bir oy kaymasını değil ama önemli bir potansiyel değişimini gösteriyor.

Üç yıl içinde “durumum daha kötü oldu”, gelecek yıl için “daha iyi olacağını beklemiyorum” diyenler yüzde 55-60 seviyesinde. Önce ülkenin uçuşa geçmesinin, ardından bekasının garantisi olarak sunulan sistem değişikliğine karşı olanlar yüzde 60’lara dayanmış. Yaşadıkları ekonomik zorlukları sistem ve dolayısıyla sistemin ısrarcıları ile ilişkilendirmeye başlayanlar artık çoğunluk. Böyle bir tablo, “kararsızlar istatistiki olarak dağıtıldığında” iktidarın 50+1’i sağlıyor olmasını önemsiz hale getiriyor. Dünya ekonomisinde ortaya çıkan parasal gevşeme ve şantajcı dış politika imkanlarıyla dayanıklılığının artacağını düşünen iktidar, yine taktik bir hata yapıyor. “Eli genişlediğinde” ilk adımı Kanal İstanbul ile atmak, Suriye’ye TOKİ hamlesine petrol işini katmak, ekonomik ve siyasal faydalarının tabana yayılması kolay olmayan girişimler. En anlamayan için bile, “öncelikle kurtarılacaklar” konusunda sevimsiz bir resim sunuyor. Simit sarayını kurtarmak, medyasında “Hollanda yoksulluktan kırılıyor” haberleri yaptırmak, israfı göze sokmaktaki inat artık kendi tabanı için de rahatsızlık verici. Zorlandığında girdiği “tehlikesiz” yolda manevra zamanını kaçıran iktidar, bu yüzden konjonktürel rahatlamayı destek toparlamakta kullanamayabilir.


Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).