YAZARLAR

Gerçeğin yarısı

Özgür Ülke yerinde değildi! Bombayla darmadağın edilmişti. Özgür Ülke’nin külleri İstanbul’un üstüne yağıyordu.

3 Aralık 1994. Ahmet Ataş ile bir trene atlamış, Ankara'dan İstanbul'a gelmişiz. Onda iyi bir fikir, benim sırt çantamda ise şiir dosyam var. Önce Özgür Ülke'ye, sonra Özgür Halk'a uğrayacağız. Özgür Halk'ta çıkan “Gerilla Günlükleri”yle ilgili fikri şu Ahmet'in; "kitap yapılsın" diyor. Böylece o yılların bitmeyen tartışması olan "Kürt romanı" yazılabilecek. Yıllar sonra Aram Yayınları o günlükleri bastı. Ahmet ise Londra’daki bir üniversitede Kürt romanı hakkındaki doktora tezini tamamlamak üzere.

Beyazıt Meydanı'na vardığımızda, şiir dosyam iyice ağırlaşmıştı. Sabahın soğuk ve nemli bir vaktiydi. İçimden mırıldanıp duruyordum: Nerede gördüm de bir şiir kitabı fikri oluştu bende? Mayakovski’de mi yoksa? Çünkü şöyle diyordu bir şiirinde:

Düşünürdüm eskiden

nasıl yapılır diye kitaplar.

Şair gelip dururdu,

dudaklarını biraz aralar,

esinlenmiş, bilisiz, bir şarkı tuttururdu,

lütfen!

Demek ben de bir matbaaya dalıp dudaklarımı biraz aralayacak, “bilisiz” halimle bir şarkı mırıldanıp “lütfen” diyecektim. Böylece şiirlerim kitap olacaktı!

Oysa Ahmet’le hem Özgür Üniversite'deki derslere devam ediyor hem de üniversitenin Özgür Bilime Doğru adlı dergisini çıkarıyorduk. Basım yayın işi bizdeydi yani! Ayrıca koskoca kültür-sanat sorumlusuydum. Anılmak ve fark edilmek duygusu, gençliğin o zarif toyluğuna çarpıp genleşiyordu. Ama dergi maceram uzun sürmedi. O sırada Bartın hapishanesinde yatan bir “sorumlu”, yarım sayfalık şiirine dergide yer vermedim diye 17 sayfalık eleştiri yazıp özeleştiri istedi. Cevabım kısaydı: "Heval M.A., yazdığın şey şiir değil!"

Özgür Üniversite’nin elektrikli bir daktilosu vardı. Anahtar bizde. Bir gece daktiloyu alıp Batıkent'teki eve getirdik. Günlerce uğraşıp defterlerime çirkin yazımla dağılmış şiirleri toplayıp bir dosya yaptım. İşte sırtımda giderek ağırlaşan o dosya, o dosyaydı. Ama ağırlığını Özgür Ülke'nin olmayan kapısına gittiğimizde unuttum. Özgür Ülke yerinde değildi! Bombayla darmadağın edilmişti. Özgür Ülke’nin külleri İstanbul’un üstüne yağıyordu. Sırtımızı park gibi bir yeşilliğe verip uzaktan şaşkın ve kırılmış gözlerle büyük ayaklı adamlara baktık. Kalan işlerini tamamlıyorlardı. Orada can veren Ersin Yıldız ise, Adnan Satıcı’nın bir dizesi gibiydi: “Hiç yaşamamış ve hiç ölmemiş gibiyim artık!”

.

Ama o gazete ertesi gün çıktı. Öfkeli ve cesur harflerle. Sabah yoksul bir çiftin evinde uyandığımızda gazete çoktan bayilere ulaşmış ve cevabını büyük harflerle manşetten vermişti: "BU ATEŞ SİZİ DE YAKAR!" Başlığı göğsümüze doldurup Belge Yayınları'na gittik. Oraya da saldırı olmuş. Kitap dolu bir yerin ortasında Ayşe Zarakolu oturuyor öyle. Bize sürekli gülümseyen gözlerinin önünde kızarıp bozararak şiir dosyamdan bahsediyorum. Ama vedalaşırken masasına bıraktığım dosyayı son kez gördüğümü bilmiyorum daha.

O dosyaya bir cevap verilmedi. O dosya iade de edilmedi. Genç şairlerin çoğu gibi alınganlık edip türlü gerekçeler uydurarak aylarca gelecek cevabı bekledim. Sonra içimden “demek yazdığım şiirler kitap olacak kadar iyi değilmiş” diyerek son teknoloji ürünü daktiloyu yine yürütüp yeni bir dosya hazırladım.

Bir gün Belge’de kalan o dosya ortaya çıkar mı? O şiirler ile 1995’in sonlarına doğru kitap olan şiirlerim arasında nasıl farklılıklar var acaba? Şair bir şiiri temize çekerken bile yeni bir şiir yazar çünkü…

Tarlabaşı Bulvarı’ndaki Mezopotamya Kültür Merkezi’ne de uğradık. Orada Apê Feqî (Feqî Huseyn Sagniç)’yle görüştük. Ona “xacirgat” sözcüğünü verdiğimi hatırlıyorum. Hemen kalem defterine davranıp sözcüğü kaydetti. “Tarif et,” deyince, “ocağa konan kazanın altına konulan demir parçası” dedim. Yakılmış dilimizin küllerinin altındaki közleri arıyorduk. Bu yüzden dışarı çıktığımızda “burası Kürdistan’ın İstanbul Konsolosluğu sanki” demişti Ahmet.

Apê Feqî’yle sonra dergi için bir söyleşi yaptık. Soruları faksla gönderdik. Birkaç gün sonra zarif daktilo harfleriyle cevapları gönderdi. Birkaç kez “Kürdistan” sözcüğünü kullanmıştı. Sansürlemesek hapis ve toplatma cezası gelirdi mutlaka. Dokunmadık. Devlet, Kürtçe bilmeyen bir arkadaşın adı Kürtçe kendisi Türkçe olan yazısı ile Karadeniz’e hiç gitmemiş bir arkadaşın Karadeniz halklarıyla ilgili yazısına yer verdiğimiz bilimsel dergimizi okumaya üşenince paçayı kurtardık!

Sürekli etrafına bakan adamlar gibi Ankara’ya döndüğümüzde gördük ki Özgür Ülke’nin külleri Ankara’nın da üstüne yağıyor. Oradaki büro da bombalanmıştı. Hemen üç ya da dördüncü kattaki bir yerden Olgunlar’ın üstündeki bir sokağa taşındı. Sağdan ikinci apartmanın giriş katı mıydı? Birkaç basamakla çıkılan bir giriş. Aklımda “D” harfi rüzgârlı bir “Derya” sözcüğü kalmış, ama apartmanın adı mıydı, başka bir yerdeki Derya mı? Peki apartmanın dış boyası gri ile yeşil arası bir şey miydi? Zaman bulanık bir nehirdir. Ama gazeteyi İstiklal Caddesi’nde dağıtan aydınları silen bir zaman olmadı daha. Çünkü zamanlar ötesi bir eylemdi o.

.

Fransa’nın Cezayir işgaline karşı çıkan çok sayıdaki Sartre ve de Beauvoir gibi caddede çınladılar. Çınlamanın sesi çok yüksek olunca, “aynı şeyi burada yapalım” diyor Ankara’daki sanatçı abiler ve ablalar. Birkaç tiyatro sanatçısı, yazar ve müzisyen. Yüksel Caddesi bir anda şenleniyor. Oradaki insan hakları anıtına konan Özgür Ülke fotoğrafı, işte o günden kalan bir andır.

Bir fotoğraf daha var. Eylemimizin ertesi gün Özgür Ülke’de çıkan haberinde kullanılan fotoğraf. Geniş bir haber değil. Bir fotoğraf ve altında “Ankaralı Yazar ve Aydınlardan Gazetemize Destek” gibi bir başlık, başlığı farklı sözcüklerle tekrar eden bir cümle ve takip eden cümleler. Fotoğrafta Muharrem’le ben varız. Doli çalan Muharrem yaw, “davul çalıyorsun” deyince kızan Muharrem hani. Haberi gazeteden fotoğrafıyla birlikte kesip ev baskınlarında bulunamasın diye Türk Dil Kurumu’nun koyu lacivert kapaklı Türkçe Sözlük’ünün birinci cildinin içine sakladım. Kaybolan o kitabın içinde kaybolan küpürün içindeki dalgın ben, bereden pantolona kadarki giysilerimle ucuz bir markanın vitrin mankeni gibiydim…

Yüksel’deki eylemimize zamane yandaş basınının hedef gösteren haberlerine rağmen bir tepki olmuyor. Aramızda çok tiyatrocu olunca sesimiz daha gür çıkıyor. Bir anda doğaçlama sokak oyunları çıkıyor ortaya. Türlü sözlerle tanıtıyoruz gazeteyi. Ben, “sizin yerinize kızın abisiyle konuşan gazete” diyorum, beriki, “almadan geçme vatandaş, yeğenini sevindiren gazete” diyor. O anda bir konserde görüp hayran olduğum kadın, caddenin uzak ucunda belirip kayboluyor. Karşılaşırız belki diye it ayağı yemiş gibi aylarca dolaşmıştım şehirde. Böyle bir anda görüyorum işte. Beni fark etmiyor bile. Kalabalığa şöyle bir dönüp bakıyor. İyice dalgınlaşıyorum. Ama birden polis dalıyor avlumuza. Ne olduğunu anlayamadan herkes elinde kalan gazeteleri göğsüme sıkıştırıyor. Dürtüp, kaş göz yapıp “gazeteleri kurtar” diyorlar. “Sen öğrencisin, sen öğrencisin, git sen” diyorlar. O şaşkınlık içinde beni de fark edip gözaltına alsınlar diye polislere doğru yürüyorum. Ama bu kez hayatımın en ilginç olaylarından biri gerçekleşiyor.

Son derece şık bir adam beliriyor önümde. O zamanlar moda olan pahalı nubuk giysiler içinde. Renkli gözlü. Sarıya çalan kumral saçları var. Biçimli yüzünde endişe ya da öfkeden çok sükûnet var. “Gazetelerin bir kısmını bana ver ve beni takip et” diyor. Bir itile kakıla gözaltına alınan abilerle ablalara bakıyorum, bir önüme çoktan düşmüş adama. Arkasından gitmesem kabalık olacak sanki. Uğultulu kalabalık arkamızda kalıyor. Mimar Kemal Ortaokulu önünde, “karşı kaldırıma geçelim” diyor. O anda ne olduğunu anlıyorum. “Tabii, gruptan ayırmak içindi bu,” diyorum, “zaten şimdi bir Toros araba önümüze kıracak!”

Adam Çankaya Belediyesi’ni soluna alıp aşağıya doğru yürümeye devam ediyor. Sonra birden durup bana dönüyor. Gazeteleri veriyor. “Hayırdır, niye böyle oldu ki? Ne gazetesi bu?” diye soruyor. İçimden “tipik polis esprisi işte” diyorum. Ama adam ciddi. “Siyasi bir gazete” diyorum. Bunun üzerine, “ben de bir tane alayım bari” diyor. Hatta iki tane alıyor ve on gazete parası verip vedalaşarak gidiyor. Arkasından gazete dolu kucağımla bakakalıyorum.

Soğuk bir gündü. Şaşkındım ve üşüyordum. Okunmuş bir mektup gibi İnsan Hakları Derneği’ne gittim. Gazeteleri de parayı da saymadan gazeteden birine verdim. Uğultulu bir telaş ile birilerine ulaşıp kendi basınımızın icabet ettiği bir basın açıklaması yaptık. Akşama doğru arkadaşların bırakıldığı haberi geldi. Özgür Ülke’nin yeni yerine geçmişler. D’si dalgalı bir Derya’ya doğru gidiyoruz. Birkaç basamakla çıkılan bir girişi olan binaya. Cesur kadınlar ile cesur adamlarda bir şenlik, bir sevinçli şamata. Orada en sağın altında olduğum bir fotoğraf çekiliyor. Çekildiğini hatırlamıyorum, yıllar sonra ortaya çıkıyor. Ama büronun sorumlusunu hatırlıyorum, masasının altındaki oksijen çadırından bahsedip duran biri. Yıllar sonra devletin baş halaycısı olacak bir Hakkârili!

Aradan çeyrek asır geçti. Önüne özgür sıfatı koyduğumuz ülke uzak hâlâ. Ama Özgür Ülke, bu hayali kurmamızı sağlamıştı, gerçeğin yarısı olan hayali.

.

*Mayakovski şiirinin çevirisi Sait Maden'den alınmıştır.


Selim Temo Kimdir?

27 Nisan 1972’de Batman’ın Mêrîna köyünde doğdu.2000 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Etnoloji Bölümü’nden mezun oldu. 1997’de Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü, 1998’de Halkevleri Roman Ödülü’ne değer görüldü. Yüksek lisansını (“Cemal Süreya Şiirinde Bedenin Yazınsallaşması”) ve doktorasını (“Türk Şiirinde Taşra: 1859-1959”) Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı. 2009’da Mardin Artuklu Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak çalışmaya başladı. 2011’de, Exeter Üniversitesi’ndeki (İngiltere) Centre for Kurdish Studies’de konuk hocalık yaptı. Hrant Dink Vakfı tarafından “dünyada, geleceğe dair umudu çoğaltan kişiler”den biri sayılarak “2011’in Işıkları” arasında gösterildi. Radikal gazetesinde başladığı köşe yazarlığına (Kasım 2013-Kasım 2014), Ocak 2017’den beridir Gazete Duvar’da devam ediyor. Dört Türkçe iki Kürtçe şiir kitabı, bir romanı, iki antolojisi, 12 çocuk kitabı, yedi roman-öykü çevirisi, iki şiir kitabı çevirisi, bir çevrimyazısı, bir gazete yazıları ve iki edebiyat kuramı kitabı yayımlandı. 6 Ocak 2017’deki 679 sayılı KHK ile üniversiteden ihraç edildi. Amed’de yaşıyor.