YAZARLAR

Erkeğin mazereti, kadının canı...

Hatice Meryem, on kısa öyküyle, erkeklerin kadınları öldürme gerekçelerini anlatmış. Hepsi birbirinden farklı tabii. Erkek tipleri, sınıfsal konumları, zihniyetleri, öldürdükleri kadınlarla ilişkileri ve o kadınların konumları. Buna mukabil sonuç değişmiyor. O erkekler, o kadınları şu ya da bu gerekçeyle öldürüyor!

Sonuçları sık aralıklarla yayınlanan ve yalnızca birkaç saat gündem olabilen araştırmalar, istatistikler; Türkiye’nin ‘kadın’ açısından cehenneme dönüştüğünü söylüyor bize. Bir sıralama yapmak gerekli ve anlamlı değil kuşkusuz, ancak eğer memlekette ‘durumu en zor olanlar’ sıralaması yapılsa, ilk sırada herhalde ‘kadınlar’ yer alırdı. Listede en çok çekiştiği de, çocuklar olurdu!

Bu satırı yazar yazmaz, şunu düşünmeye başlıyorum:

Can yakıcı siyasal-kültürel sorunlar söz konusu olduğunda, farklı kesimlerin benzer tepkiler verebildiğine tanıklık etmek yüksek ihtimal memleketimizde. Ben, gerekçeleri ve dili farklı olsa da bu tepkileri BKAV (Benim de Kürt Arkadaşım Var) ana başlığı altında toplamayı tercih ediyorum! Söz konusu tepkilerin kaynağında yer alan ‘anlamazdan gelme’ tavrı; bayağılaşmış kültür, köhnemiş gelenekler, bıktırıcı klişeler ve ortalamayı tavlamak için işe yarama garantisi bulunan dini ve milli hamaset sözcüklerinin bir araya gelmiş hali.

Sanırım kadın sorunu tartışmalarının karşılaştığı dertlerden biri de, bu süregiden bıktırıcı ve mütecaviz tutum. Örneğin yukarıda ‘durumu en zor olanlar’ der demez, söz konusu tutumun ülke genelindeki ‘mümessilleri’ harekete geçer ve meşreplerine göre, kadın cinayetlerinin genelleştirilemeyeceğini ya da mücadele yöntemlerinin yanlışlığını buyurur: “Erkeğin durumu çok mu kolay,” “Ben de kadınım ve gayet rahat gezip tozuyorum,” “Ben neden taciz edilmiyorum, ateş olmayan yerden duman çıkmaz,” “Canım yalnızca kadınlar mı öldürülüyor,” “Hep dinden uzaklaşmakla ilgili,” “Eskiden de olurdu, artık duyuluyor,” “Bunlar kimlikçi yaklaşımlar, sizin yüzünüzden devrim olmuyor,” vesaire...

Söz konusu tavır, herhangi bir konunun enine boyuna ve o konunun kendi özgül yanlarıyla tartışılıp konuşulmasını engelliyor. Haliyle, kadın cinayetleri felaketi gündeme getirildiğinde, ‘erkekler de öldürülüyor ülkede’ yanıtını vermek, yalnızca boş bir totoloji hevesi değil kuşkusuz. Kadın katlinin siyasi-sosyal-ahlaki boyutlarını görmezden gelen, aslına bakılırsa haysiyetsizce bir inkâr çabasının yansıması.

Türkiye’de yayınlanan çalışmalar ve raporlar, neredeyse her gün bir kadının öldürüldüğünü gösteriyor. Sanki toplumun ortalama kültürel-ahlaki değerlerine sahip çoğunluğu kadına savaş açmış gibi!

Diğer tüm siyasal-toplumsal sorunlarda olduğu gibi kadınların katledilmesi meselesi de, en az bir ‘muhatap’ gerektiriyor tabii: Erkek. Nasıl ki Türklük halleri anlaşılamadan Kürt sorunu konuşulamıyorsa; erkeklik halleri hesaba katılmadan kadına şiddet konuşmak herhalde mümkün değil.

Ezcümle Türkiye’de kadına yönelik dehşet verici şiddet ve 'tutum', öncelikle erkeğin erkeklik durumunun nedenlerinin sorgulanmasını gerektiriyor.

Bir ‘erkek’ olarak kendime sormam gereken soru şu olmalı sanırım: Neden bu haldeyim? Bir kültürün ürünü olduğuma ve istisnasız tüm bildiklerim, alışkanlıklarım, içinde yer aldığım, yetiştiğim kültürün (bir sınıfın niteliklerini taşıyan, kültürün!) parçası olduğuna göre, soruyu biraz daha genişletmek mümkün: Bizi biz yapan bu kültür, neden bu halde?

Kadın sorunları konusunda iddialı bir şeyler yazacak birikime sahip değilim. Ne var ki, bir iddia içermesi gereken ‘yazı’ faaliyetinin, ‘iddialı’ ve ‘iddiacı’ olması gerektiğini de zannetmiyorum. Bu konuda kadın akademisyen ve gazetecilerin yazdıklarını okuyarak öğrenmeye çalışıyorum. Okuduğum bir kitap, seyrettiğim film ya da oyun sevk ediyor yazmaya. Tabii bir de, ‘üç ablayla’ büyümüş bir tekne kazıntısı olmam! Yani ‘kadınları bir de benden dinleyin’ (!) demek haddim olmasa da, ‘ablalar ile hayat’ üzerine ‘doktora’ düzeyinde deneyime sahibim, kusura bakılmasın!

Ayrıca, ‘dünyayı kadınların kurtaracağına’ da yürekten inanıyorum. Yok hayır, burada ‘inanç’ sözcüğü olmadı; öyle olacağını ‘biliyorum.’ Yüz yıl önce ‘oy hakkını’ açlık grevleriyle elde eden, devlet öncesi çağlar hariç tarih boyunca erkek düzenin ‘devletine’ ve ‘insanına’ karşı varlık mücadelesi vermiş kadınlar, kapitalizmin ve tabii devletin sönümlenmeye başladığı bu ‘bilişim çağında,’ ‘kurulacak’ olanın, ‘yeni’ olanın mimarlığını yapacak. Kendilerine uyum sağlamaya niyetli erkeklerle birlikte.

Şimdi o erkeklerin, olup bitene ‘uyum sağlayamayan’ erkeklik saplantılarının neden olduğu cinayetlerle karşı karşıyayız. Öldürülen kadınların neredeyse tamamı, ‘artık’ ayakları üzerinde durabildiği, ‘artık’ hayır diyebildiği, ‘artık’ birlikte olmak ve yaşamak istemediği, ‘artık’ bir başka erkeği de tercih edebildiği için, katlediliyor. Yeni bir kadın var karşımızda ve mecburen değişecek erkek kültür, söz konusu ‘yeniye’ inatla direniyor. Yeni olana, değişene direnen tüm siyasal ve toplumsal kurumlar gibi, erkek cinsi de neye uğradığını şaşırmış halde. Çırpınıyor ama çaresi yok, kaybedecek. O kayıp, ‘eşitlik’ anlamına geliyor neyse ki.

Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı?,
Hatice Meryem, İletişim Yayınları, 2019, 84 syf.

Okuduğunuz satırları yazma heyecanı veren, son okuduğum öykü kitabı, Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı? İki hafta önce İletişim’den yayınlandı. Yazarı, Hatice Meryem.

İlk öyküyü, ardından ikinciyi, üçüncüyü okuyunca, durdum. Yazar öykü mü anlatıyordu, eliyle omuzlarımdan tutup sarsarak yüzüme mi bağırıyordu, bilemedim. Öyküler birden bire ve son derece sinir bozucu biçimde pat diye kesiliyor. Güzel, sade, çok akıcı bir dil ve edebi olma kaygısı gütmüyor gibi.

Kitabın sonuna dek bu hisle devam ettim ve nihayetinde bunu neden yaşadığımı anladım. Yazar, kitabı neden yazdığını anlatıyor bitirirken! Alışık olmadığımız bir durum. Bu kısım, eseri bir öykü kitabı olmaktan çıkarıp bir propaganda metnine dönüştürüyor sanki ama hayır, oraya gelene dek okuduklarınız basbayağı birer öykü. Güzel, çarpıcı, derdi olan, o derdi eğip bükmeden yüzümüze çarpan kısa metinler.

Hatice Meryem, on kısa öyküyle, erkeklerin kadınları öldürme gerekçelerini anlatmış. Hepsi birbirinden farklı tabii. Erkek tipleri, sınıfsal konumları, zihniyetleri, öldürdükleri kadınlarla ilişkileri ve o kadınların konumları. Buna mukabil sonuç değişmiyor. O erkekler, o kadınları şu ya da bu gerekçeyle öldürüyor!

Yazarın bir başarısı bu olmalı; tam o erkeklere üzülür, talihsiz hayatlarına kederlenirken, birden bire mağdurun nasıl katile dönüştüğünü görüyor ve kalakalıyorsunuz. Zaten katledilenin hayatı da benzer yoksunluklarla malûl.

Yazar, tercih ettiği yöntemin eleştirilme ihtimalini de öngördüğünden, sona bıraktığı ‘gerekçeler’ kısmında bir ara şunları söylemiş: “...ben bu kitapta kadın katillerinin kafasına girmeye çalıştım. Bazıları beni bu öyküleri yayınlayarak sadece şiddeti çoğaltmakla itham edebilir. Ancak yanılır! Bir kere gerçeğe gözümüzü kırpmadan bakalım diye yazdım ben bu kitabı. Katillerin, suçluların zihin yapısını anlamaya çalışmak zaten bütün dünyada kullanılan en sıradan polisiye yöntem...”

Hatice Meryem’in yöntemi, bana kalırsa ‘suçu çoğaltma’ eleştirisini hak etmez doğrusu. ‘Anlamaya çalışmak’ ile ‘hak vermek’ arasındaki malum, kalın çizgi nedeniyle. Ayrıca okurun kafasını karıştırıp duraklamasına neden olan da, Meryem’in bu çabası.

Sıradan hayatları olan sıradan erkeklerin, nasıl bir anda cinayet işleyebildiğini, işleyebileceğini ve en sıradan görünen duyguların, zanların, nasıl olup cinayet itkisi haline gelebildiğini düşünüyorsunuz öyküler esnasında.

Öyle ya, canavar filan değil bu katiller, her gün sokakta karşılaştığımız ve belki de sohbet ettiğimiz, aslında varlıklarından haberdar olduğumuz erkekler. Hepsinin işledikleri cinayetlere dair kendilerince ‘makul gerekçeleri’ ya da inandırıcı kılmaya gayret ettikleri ‘yalanları’ var ve o yalanlar, ortalama yurttaşın riyakârlığına yaslanıyor. Yalnızca halihazırdaki popüler kadın cinayeti davalarına şöyle bir bakmak dahi yetmez mi?! Hatta zanlılar bir yana, kimi sahtekar avukatların beyanları, açıklamaları o cinayetlerin nasıl işlenebildiğini açıkça sergilemiyor mu?

Bu bir kitap yazısı olduğu için daha fazla anlatmayayım, ama bu konuyu biraz daha uzatmaya niyetliyim! “Ben neden bu haldeyim?” sorusuna dair bir iki satır daha ve yine kadın yazarların eserleri eşliğinde.

Kadınların yaşadığını, özellikle kadın yazarlardan okumak çok öğretici, terbiye edici.


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.