YAZARLAR

Tanıl Bora: Biraz romantik, biraz romanesk bir tarih anlatısı

Gençlerbirliği tarihini kayıtlara geçen, kayıtlara geçmekle kalmayıp bunu romantik bir destana çeviren Tanıl Bora ile kaleme aldığı "Ankara Rüzgarı: Gençlerbirliği Tarihi" kitabını konuştuk. "'Tarih yazmak' demeyelim 'Ankara Rüzgârı’na, sahici tarihçilere ayıp olur. Biraz romantik, biraz romanesk bir tarih anlatısı," diyen Bora, ilk baskısının üzerinden 15 yıl geçtikten sonra genişletilmiş ikinci baskıyı Tarih Vakfı aracılığıyla yayımladı.

Tanıl Bora ile ortak bir yanımız var: İkimiz de Gençlerbirliği taraftarıyız! Üstelik ikimiz de başka takımları bırakıp Gençlerbirliği taraftarı olmayı seçtik; o Galatasaray'dan caydı, ben Beşiktaş sevdasından vazgeçtim. Mantıklı düşünüldüğünde bu süreç de olağan aslında. Doğuştan Gençlerli olmak çok zor. Ama kırmızı-siyahlı takımın taraftarı olmanın en özel taraflarından biri de bu: Tuttuğun takımı seçmek; bir miras almak, babadan oğula saltanatın devamı değil de, biraz psikolojinin sınırlarında gezerek söylersek, ergenliği terk edip kendini var etmek (bir baba oğul çatışmasıyla belki, rüştünü ispat hamlesi, hareketi).

Konumuzdan çok sapmayalım... İlk başta Tanıl Bora ismini andık. Gençlerbirliği'nin kendine has taraftarlarından biri olan Bora, kulübün tarihini kaleme aldı. Aslında bunu yıllar evvel yapmıştı. Ankara Rüzgarı adlı kitabı, 2003 yılında, Gençlerbirliği'nin yaşadığı en parlak dönem içerisinde kulüp tarafından yayımlanmıştı. Aradan geçen yıllarda kulüp önce sportif başarılarından, sonra da bazı değerlerinden kayıplar yaşadı. Önceki sezon küme düşen takım, bu yılın başında yeniden ait olduğu lige döndü. Bora, kaleme aldığı tarihe, Gençlerbirliği'nin bu "tuhaf fetret dönemi"nde yaşananları da ekledi ve Ankara Rüzgarı, genişletilmiş baskısıyla Tarih Vakfı tarafından yeniden yayımlandı.

Tanıl Bora, 2011 yılında Radikal'deki yazısında "Gençlerbirliği'yle ilgili standart ahkâmın vazgeçilmez parçasıdır: 'Taraftarı yok.' Azdır ama vardır oysa. 'Garip ama gerçek' bir varlık..." diyordu. Bu kitap, en başta bu garipliği ete kemiğe büründüren bir gerçekliğe sahip. Gençlerli olmanın hiç de garip olmadığını, garip olanın "bunun garip olduğunun düşünülmesi" olduğunu ortaya koyan bir eser.

Futbolun öz niteliğinin peşinde olan, Türkçe kullanımının "Premier Lig seviyesinde" nasıl olacağını merak eden her okura hitap eden özel bir kitapla karşı karşıyayız. Aynı zamanda, "büyüklerle" oynadığımız maçlardan önce "bir avuç" olmamızın küçümsenerek vurgulandığı, son yıllarda gittikçe azalsa da bunlardan galip geldiklerimiz sonrasında sık sık işittiğimiz "şampiyon mu olacaksınız sanki" cümlesine verilmiş sağlam bir yanıt. Nevzat Çelik'in "İtirazın iki şartı" şiirinden alırsak, "Çok olmadığımız kesin, çok olan tarafta değiliz..."

Bu "özel tarih" için emek veren Tanıl Bora'ya bırakalım sözü şimdi:

“Tarihin sonu”, 24 saat içinde kendi kendine silinen “story”ler, 6 saniye izlenen videolar, hız, tüketim çağında bir tarih kitabı yazmak nasıl bir duygu?

Kendimi de bazen kızdıracak kadar aceleci bir mizacım var ama ilgilerim gayet sür’atsiz. Esas iştigal saham düşünce tarihi zaten, aktüaliteyle değil “acil” olmayan konularla meşgulüm. Ayrıca “Tarih yazmak” demeyelim Ankara Rüzgârı’na, sahici tarihçilere ayıp olur. Biraz romantik, biraz romanesk bir tarih anlatısı.

Romanesk , roman gibi demişken... bu dili yazarken mi kurdunuz, yoksa yazma meşguliyeti başlamadan evvel, "bu işin içinden nasıl çıkarım" derken bulduğunuz bir formül müydü?

Başlangıçta kafamda biraz daha "akademikimsi", daha düz bir anlatı vardı. Ama çalışmanın omurgası, yazılı bilgi çok sınırlı olduğundan, bir amatör sözlü tarih çalışmasına dayandı, yaklaşık elli eski futbolcu ve yöneticiyle konuştum. Onların hikâye etme tarzları, doğrudan onların romantizmleri, ister istemez anlatıyı etkiledi. Başka türlü söylersek, yazılı bilgi eksikliğini anılarla, bellekle ikame etme mecburiyeti de, anlatıyı biraz "romanesk"e doğru büktü ister istemez.

Ankara Rüzgarı: Gençlerbirliği Tarihi, 2019, Tarih Vakfı Yurt Yayınları

Bu tarihi yazmak ilkin nasıl düştü aklınıza?

1997’nin sonbaharında falan düşünmeye başladım. Kulübün hayli eski bir tarihi olmasına rağmen pek az biliniyordu. Merak ettim. Hem kulübün yazılmış bir tarihi olsun istedim. Ayrıca yaşını almış “büyükler” göçmeden, anılarını zaptedebilelim istedim.

Her kulübün iyi-kötü bir tarihi var. Peki, Gençlerbirliği tarihini özel kılan ne?

Bir kere, memleketin en eski kulüplerinden biri. Hikâyesi uzun! Ayrıca kuruluş sürecinde ve izleyen birkaç on yılda edindiği, ona özel bir karakter kazandıran sosyal-kültürel profil var. Uzun yıllar bir “okullular” camiasının var ettiği bir kulüp. Hiçbir kuruma dayanmıyor. Ankara’yla bağları çok güçlü, gayet Ankaralı ama “şehir takımı” denemez. “Özerk” ve “sivil” haliyle hayatta kalabilmesi, onu ilginç kılıyor. Taraftar kitlesi, futbol medyasında ve kamuoyundaki algısından da bildiğimiz gibi “yok”a nispet edilecek kadar az, fakat pek görünür olmayan geniş bir camiası, çok “sempatizanı” var. İsmi de özgündür: şehir adı değil, semt adı değil. Biraz da eski moda bir ad, geçen yüzyıl başında kulüplere-derneklere konan türden, “idealist” bir ad. Kısacası, ortada kendine mahsus bir şahsiyet var.

Aslında bu özelliği öne çıkartılarak hem Türkiye hem de uluslararası futbol kamuoyunda özel bir yer edinecek potansiyeli varken, son yıllarda yapılan Ankara vurgusuyla kulübün bu potansiyeli sınırlanmıyor mu?

Potansiyeli sınırlayan esas etken bu değil bence. Gerçi Ankara kimliği esas olarak Ankaragücü’yle örtüşür, doğru. Ama Gençlerbirliği’nin de şehirle ünsiyetini vurgulamasında bir sorun yok, bunun vurgulanmasında sorun yok. Ankara’nın bir cephesiyle de “üniversite şehri” olduğu düşünüldüğünde, çok geniş öğrenci nüfusu barındırdığı düşünüldüğünde, şehirli kimliğinin bu yanını, “okullu” yanını vurgulamasında tam tersine, fayda ve gerek var. Gençlerbirliği’nin potansiyelini esas sınırlayan etken, kulübün bu tarihsel kimliğini de işleyen bir cezbetme stratejisinin geliştirilmemesi. Birçok arkadaşımızın söylediği gibi, taraftar camiasının güçlü “beşeri sermayesinin” değerlendirilememesi, seferber edilememesi…

Gençlerbirliği'nin yakın dönemde yaşadığı bir dolu buhranı (küme düşme, İlhan Cavcav'ın ölümü, tribünlerden önemli isimlerin hayatını yitirmesi) anlatmak, bizdeki “anlı şanlı” tarih anlatılarıyla ters düşüyor. Evet, Gençlerbirliği'ni tutmak da bir bakıma “terslik”. Buna rağmen, neden bu kötü dönemle yeni baskı yapıldı?

Zaten Gençlerbirliği taraftarı olmak, büyük başarılara “muhtaç” olmadan devam ettirilen bir zanaat. Sıradanlık içinde, küçük ışıltılarda sevinç bulabilmek… En önemlisi de, bir “cemaat” deneyimi. Küçük bir cemaat; ama kulüp bağlılığını tutan, sürdüren temel etken, bizzat taraftarlık deneyimi, paylaşımı, muhabbeti… Kitabı yenileme ihtiyacı esasen o muhabbet içinden doğdu. Bunun için teşvikte bulunan taraftar arkadaşlarıma teşekkür borçluyum. Hem ilk basımın üzerinden on beş sene geçmiş, çok olay birikmişti. Tarih Vakfı yönetimindeki arkadaşlarımın, başta Mehmet Ö. Alkan ve Doğan Çetinkaya, teşviklerini de anmayı unutmayayım.

İlhan Cavcav, başkanlığının ilk yıllarında takdir edilirken son dönemlerinde çokça eleştirilir olmuştu. Kulüp son yıllarda “kişiliksiz bir futbol” oynuyordu. İlhan Cavcav'ın ölümünden bir yıl sonra küme düşülmesi, sadece bu ölüme bağlanabilir mi? Yoksa “rahmetli” yaşasaydı da bu çöküş gerçekleşir miydi?

Sembolik bir örtüşme oldu o... ama Gençlerbirliği yedi sekiz yıldır düşeyazıyordu zaten. İki, üç defa şans eseri kurtulmuştuk. Düşmeyi hak etmiştik.

Peki, Gençlerbirliği nasıl yeniden özgün yapısına kavuşur? Sizin kulüp için umut hikâyeniz nedir?

Çok zor buna cevap vermek. Türkiye’de kulüp yapıları, şeffaf, demokratik, yenilikçi bir “şeye” elvermiyor. Beylik ama geçerli bir tekrar yapacağım: futbolun sadece futbol olmaması bakımından, memleketin genel ahvali içinde sırf futbol âleminde, sırf kulüp ortamında büyük bir değişiklik beklemek de zor. Elden gelen şey, taraftar ortamını geliştirmek, “iyileştirmek” olabilir.

Tanıl Bora (Fotoğraf: Adem Erkoçak)

Yaşanan taraftar kaybını sadece Passolig'le açıklamak mümkün mü?

Değil ama Gençlerbirliği’nde fazladan etkisi oldu. Çünkü Passolig öncesi taraftar nüfusu içinde, “protestocu-eleştirel” diyelim, önemli bir kitle vardı, onlar Passolig’e çok sert tepki gösterdiler. Haksız bir tepki değildi, fakat Passolig’i benimsememekle birlikte takımı-tribünü de bırakmama endişesi güderek kararsızlık yaşayan taraftarlara kahretme raddesine vardı. Ne diyelim, bu da var futbolun içinde! Ama işte, herkesin tadı kaçtı, ciddi taraftar kaybına sebep oldu. Tabii başka etkenler de var. Zamanın kötü olması!.. Genel olarak futbol ortamının tatsızlığı… Mukayeseli kalite düşüklüğü, yani alternatif futbol izleme olanaklarıyla kıyaslandığında… Stadın (Yenikent, Eryaman) şehrin birçok bölgesi için “sapa” kalabilmesi… Az evvel konuştuk, taraftar ve seyirci cezbetmeye dönük bir şeyin yapılmaması…

Gençlerbirliği'nin sizin için en unutulmaz dönemi ya da ânı ya da yaşattığı coşkusu ya da büyük hayal kırıklığı nedir/nelerdir?

1994/95 sezonunda 5'inci olan takım, benim izlemeyi en sevdiğim, en heyecanlı takımdı. İştahlı, coşkun bir oyun oynuyordu. 2003-2005 dönemindeki Ersun Yanal takımından bile fazla etkilemiştir beni. Belki, Gençlerbirliği taraftarlığı deneyimimde, -1989’daki Türkiye Kupası sırasında henüz stajyer taraftardım-, ilk büyük başarı olduğu içindir.

2001 Türkiye kupası finali tabii ayrı bir sevinçti. Ersun Yanal yıllarında, Türkiye kupası çeyrek ve yarı finallerinde Beşiktaş ve Fener’i İstanbul’da yendiğimiz maçlar, müthiş gecelerdi. Kitapta da bahsediyorum, 2013/14 sezonundaki 0-2’den 3-2’ye gelen Trabzonspor maçı, önemli bir maç değildi ama, bir cezbe âyini olarak hatırımdan çıkmıyor.

En büyük hayal kırıklığı olarak, Ersun Yanal’lı senelerde üst üste kaybettiğimiz iki Türkiye kupası finali geliyor hatırıma. Hafifseyerek, konsantre olmadan çıkılmış, çok kolay kaybedilmiş finallerdi. Onları kaybedince, o iki müthiş seneden geriye bir kupa kalmamış oldu.

Gençlerbirliği'nde bugüne kadar oynamış futbolculardan en sevdikleriniz kimlerdi? Bir de en sevdiğiniz forma tasarımını sormak istiyorum!

En sevdiğim futbolcular… Çok var, aklıma düşenleri söyleyeyim. Harun Erol’u son demlerinde izleyebilmiş olmaktan mutluyum. Yürüyerekten adam geçer, servis yapardı. Gördüğüm en “büyük kaptan” olan Avni (Okumuş), tabii ki… Sonra, onun daha gösterişsiz (ve skorsuz) modeli olan Metin Diyadin... Sadece tek bir sezon ama Tarık Daşgün, gördüğüm en müthiş “heba olmuş yetenek”... Kulüpten ayrılma sürecinden itibaren bizi hep üzdü ama Ümit Özat’ı futbolcu olarak çok beğenirdim... “Futbol emekçisi” tabirinin heykeli sayabileceğim adam, Erkan Sözeri... Tabii ki Mosheu ve Kona... 2000’de Türkiye kupasını kazanan takımın kalecisi Patrick Nijs… Burhan Eşer’i çok severdim... Hantal görünümlü çevik forvetimiz Mehmet Çakır... En kaliteli mutfak robotumuz Thomas Zdebel… Bir de, altyapıdan gelen oyuncuları ayrı severim. Şimdiki takımda, herkes kızıyor mesela, Ahmet Oğuz benim başım gözüm üstünedir. Rahmetullah’ı ilk onbirde istiyorum. Berat’ın güler yüzlü hırsıyla hızlı olgunlaşmasını gururla izliyorum.

En iyi forma, özel bir tasarım söylemeyeceğim, siyah şort üstüne kırmızı siyah çubukludur.

Tribünde ya da ekranda maç izlerken toteminiz veya bir ritüeliniz var mıdır?

Saymakla bitmez ama hepsi iflas edince bıraktım. Bir tek, -bu sezon hiç maça gidemedim ama-, şu kaldı: Türkiye dışından takımlardan kırmızı-siyah atkı koleksiyonum var, onlardan birini takıyorum maça giderken, yenilene kadar aynı atkıyı takıyorum, yenilince değiştiriyorum.

Fotoğraf: Adem Erkoçak