YAZARLAR

Merhaba poğaçacı, ayrıları ayrı sar...

Olaylardan biraz renk ve neşe çıkaralım yahu. Başta sanat edebiyat dünyasında olmak üzere, her köşe başında bir yabancı, hain ve uzaylı bulup çıkarmaya bu heves ne? Diyeceğim o ki Orhan Pamuk nefretinin kaynağında onun yaptığı ya da yapmadığı bir şey yok, popülist bir anti-elitizm var. Teselli şu ki seveni de hiç az değil.

Tadım pek yoktu. Yazı mazı da yazamam bugün diyordum. Fakat hukuku artık şeklen bile koruma gerekliliği duymayan bir rejimi bir kez daha gözümüze sokmak ve hepimizi sindirmek için olacak herhalde, Ahmet Altan’ın yeniden tutuklandığı gün iki satır yazmamak da olmaz.

Bir başlayayım bakalım dedim. Bir “Merhaba poğaçacı” diyelim, devamı nasılsa gelir. Ahmet Altan’ın yeniden tutuklanmasını düşünürken bu ülkede Orhan Pamuk’u hiç mi hiç sevmeyen ve hatta ondan nefret eden geniş bir kesim olduğu gerçeğini bir kez daha idrak etmek de tesadüf sayılmaz elbette.

Bugün Celal Başlangıç tivitırda şöyle bir şey yazmış; “Taraf'ın manşetleri bahane. Eğer Ahmet Altan ‘Atakürt’ diye yazmasaydı, Kürt sorununun eşit yurttaşlık temelinde barışçıl ve demokratik çözümünü savunmasaydı; dincisinden faşistine, ulusalcısından ‘nasyonal sosyalistine’ kadar geniş bir kitle yeniden tutuklanmasını alkışlamazdı.”

Açıkçası bu tespitin haklılığını kısmen kabul etsem de Celal Başlangıç’a tümüyle katılamıyorum. Bana kalırsa Ahmet Altan nefreti Taraf günlerinden kaynaklanmadığı gibi ondan çok daha eski olan “Atakürt” yazısından da kaynaklanmıyor. Ahmet Altan’ı sevmemeye buralardan başlamadı bu ülke. Tıpkı Orhan Pamuk nefretinin yazarın Ermenilere yönelik kıyımdan söz etmesiyle başlamamış olması gibi. Ya da işte Fazıl Say nefretinin de sanatçının Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı konserine davet etmesiyle ilişkisinin olmaması gibi. Bu arada kimse sözünü etmiyorsa da, Fazıl Say, 29 Ekim’de Külliye’de konser verme vaadini yerine getirmedi. Kendini samimiyetle kaptırdığı, AKP’nin de kutuplaşmadan sıkıldığı ve uzlaşma aradığı zehabından kurtuldu şükür.

Aklımdan 29 Ekim’i ve sonra 10 Kasım’ı geçirirken “Merhaba poğaçacı” düzlemine de yeniden döndüm. Erdoğan’ın ve Davutoğlu’nun 10 Kasım günü hemen hemen aynı dakikalarda Atatürk’ü “Cumhuriyetin banisi” sözleriyle andıklarını hatırladım. Hatta her zamanki gibi bir çağrışım rüzgarına kendimi kaptırarak, “Cumhuriyetin banisi ve Talibanisi” diye bir başlık açacaktım ki altını nasıl dolduracağımı bir türlü kestiremedim. Gerçi başlığı açınca altını da bir şekil dolduruyor insan. Biraz tırstığım için de vazgeçtiğimi saklayacak değilim. Kısacası “Cumhuriyetin banisi ve Talibanisi” gibi albenili bir başlıktan tez vakit feragat ettim etmesine de bu “bani” ile ne yapacaktım?

Sanırsın akşam sabah, vakfımızın banisi, apartmanımızın banisi veya şehrimizin banisi filan gibi gani gani bir “bani” kullanma alışkanlığımız var. Kimseler yadırgamamış. Bir ben takılıp kaldım... İlk baniyi Davutoğlu mu yoksa Erdoğan mı kullanmış anlayayım diye didindim durdum. Mamafih bunu da anlayamadım. Saatine bakılırsa, söz konusu tiviti aynı anda yayınlamış görünüyorlar. Yeri gelmişken eski sözcüklere bu kadar meraklıysanız kibar kibar “mamafih” filan gibi güzel kelimelerimizi kullanın. Bir kedim olsa adını “mamafih” koyardım mesela. Kulağıma o kadar hoş geliyor. “Bani” ney ya?

Konumuza dönelim. Arkadaş “kurucu” yerine niye “bani” diyorsun? “Bunny” filan gibi çağrışımlarla olayı hafife mi almaya çalışıyorsun? Ağız dolusu, “Cumhuriyetimizin kurucusu” diyemiyor musun? Paskalya tavşancıkları cumhuriyetimizi bu ülkenin çocuklarına şeker ve oyuncakların yanı sıra mı dağıttı sanıyorsun?

Sonra baktım ki ne göreyim, benden başka kimsenin nereden çıktı bu “bani” dememesi bir yana, ortalık AKP muhiplerinin birbiri ardı sıra “bani”lemesi ile yıkılıyor. Bani de bani… Honey Bunny…

Atatürk’ün bina eden anlamındaki Arapça menşeli “bani” sözüyle anılması kimsenin dikkatini çekmiyor. Bu oldukça eski ve çoğumuzun hiç bilmediği kelimeyi kullanmak bir yabancılaştırma faaliyeti olarak görülmüyor. Nafile bir öz Türkçecilik faaliyeti namına dilin dinamizminin ve zenginliğinin heba edilmesine karşı çıkan biri olarak iyi ki de böyle görünmüyor diye düşünüyorum tabii. Fakat BBC belgeselinde Orhan Pamuk’un “Merhaba poğaçacı” diye ünlemesinin sosyal medyayı yıkıp geçmesi ve bu ifadenin yazarın yabancılığının ve uzaylılığının kanıtı olarak sunulması da insanı biraz rahatsız ediyor ve buralara getiriveriyor işte.

Tamam hepimiz eğlenmeyi severiz. Orhan Pamuk gibi kamusal figürler de eğlenilmesi en zevkli figürlerdir. Fakat üç satır Türkçeyi hatasız bir şekilde bir araya getiremeyen çok kişi, “merhaba poğaçacı”dan girmiş, Orhan Pamuk’un oryantalizminden, ülkesini satmasından ve uzaylılığından çıkmış yine… Sen de sat ülkeni kardeşim elinden geliyorsa, Orhan Pamuk gibi sat ama... Dünyanın bütün dillerinde insanları İstanbul’a âşık ederek, en eski geleneklerinden başlayarak Türkiye’nin o çok “hususi” hallerini ve atmosferini yedi yabancıya teneffüs ettirerek sat satabiliyorsan. Uzaylıymış... Bu ülkeyi per perişan eden hak hukuk namına hiçbir şey bırakmadığı gibi doğal ve tarihi zenginlikleri de talan eden yerli ve milli satıcılarla görün derdinizi.

Uzaylı demişken bir ülke düşünün ki soluk benizli ve karizma yoksunu bir figür yıllar yılı milliyetçi hareketin başında olsun. İnanılır gibi değil. Yerli milli ve milliyetçi filan deyince insan yedi düvele “lider” diye sunmak isteyecekleri bir sima ararlar diye düşünüyor. Timuçin Esen gibi olur, Burak Özçivit gibi olur hiç değilse. Biraz şehla ve deli bakışlı ve kara yağız olur. Allah’ım ya, beti benzi atmış milliyetçi lider mi olur?

Belgesel çekilirken kamera Orhan Pamuk’un arkasında avare dolaşıyormuş da “poğaçacı”ya denk gelinmiş ve “uzaylı Pamuk” da ne yapacağını hiç bilemediğinden öyle seslenmiş sanıyorlar. Oysa o sahnede bir mizansen kurulmuş. İstanbul’un farklı kesimlerini, dönemlerini ve hallerini evrensel bir ölçekte hayranlık uyandıracak biçimde edebiyata ve tarihe not düşmüş bir yazar olarak Orhan Pamuk, halkına değil o mizansene olan yabancılığıyla öyle sesleniyor. Artık elindeki sahne özeti midir, çekim senaryosu ya da sadece yönetmenin bir notu mudur her neyse oradaki “Orhan Pamuk poğaçacıyı selamlar” kısmını böyle alıyor; “Merhaba poğaçacı” diyor. Müthiş sevimli geliyor bana. Bu sahneyi izlediğimden beri işten eve geldiğinde “kendisini” “Merhaba poğaçacı” diye karşılayasım var.

Olaylardan biraz renk ve neşe çıkaralım yahu. Başta sanat edebiyat dünyasında olmak üzere, her köşe başında bir yabancı, hain ve uzaylı bulup çıkarmaya bu heves ne? Diyeceğim o ki Orhan Pamuk nefretinin kaynağında onun yaptığı ya da yapmadığı bir şey yok, popülist bir anti-elitizm var. Teselli şu ki seveni de hiç az değil.

Ahmet Altan’a dönecek olursak, onun adının geçtiği her yerde de ağır biçimde istismar edilen bir Kuddusi Okkır fotoğrafı var. Hasta yatağında çekilmiş. “Kuddusi Okkır’ı öldürdün” diyorlar Ahmet Altan’a. Oysa ki Kuddusi Okkır tutuklandığında ne Taraf gazetesi var ortada, ne Ahmet Altan’ın genel yayın yönetmenliği. Ahmet Altan bunu açık seçik yazmıştı. Yazının şu kısmı bugünlerde yeniden aklıma düştü:

“...

Normal bir ülkede böylesine ölümcül bir yalan yazdığı kanıtlanan birinin meslek hayatı biter ama Ahmet Hakan ‘gazeteci’ olarak değil ‘algı operatörü’ olarak Hürriyet Gazetesi’nde ve CNN Türk’te tutulacak.

Başka operasyonlar için de kullanılacak.

Başka yalanlar da yazacak.

Başka insanları da hedef gösterecek.

Oralarda tutulmasının nedeni de, amacı da bu zaten.

O bir ‘algı operatörü’ çünkü, hayatını böyle kazanıyor…”

Hiçbir şeyin pek normal olmadığı ülkemizde batmakta olan amiral gemisine, tam da onlarca gazetecinin evlerine giden bir tebligatla işten atıldığı günlerde kaptan olan Ahmet Hakan... Hey gidi...

Hasılı bir Ahmet yeniden cezaevinde, diğeri kaptan köşkünde... Ruşen Çakır’dan esinle ve bu güzel cümlenin şeceresini de atlamadan “aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde” de diyebiliriz...

Bana müsaade.


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.