YAZARLAR

Kürtler, öteki, Büyükada

Türk toplumu “sınırda” kişilik bozukluğu taşıyor. Bu türden bir kişilik bozukluğu için, övülen kusursuz, yerilense mutlak kusurludur.

Baba’nın iradesinin, oğul olarak gösteriminde tecelli eden Kutsal Ruh; Sonluda gizlenmiş sonsuz; Tanrı ile kul; Yaratan ile yaratılan gibi dikotomik ya da üçleme biçiminde ifade bulmuş anlatımların işaret ettiği ortak zemin birdir: bilinen ve bilinmeyen. Her bireyin kendinde de gözlemleyebileceği gibi; bildiğimizden emin olduğumuz bir yanımız olduğu kadar, koyu karanlık bir öte yanımız da yaşamımıza soluk verir. Yukarıda sıraladığım dikotomilerin, bir bütünlüğe ait olduğunun bizzat deneyimine aydınlanmak, ermek gibi adlar verilmiştir.

Uzlaşmaz gibi görünen bu iki yanın birleşmesinin olanaksıza yakın olduğu anlatılır. Bunu başaranlar hakkında düşünmelerim, bu kişilerin buna zorunlu olduğu, yaşamlarında pek de farklı bir seçenek olmadığı yönündedir. Bunların en masumu, nefsini terbiye etmesine gerek kalmamış yegâne kişi olduğu söylenen Hz. İsa bile “Baba, bu kâse benden gitsin” diye yalvarmıştır. Oğlu olduğundan torpilli olsa gerek, yalvarması ile çarmıha gerilmesi arasında bir gün bile yoktur. Yıllar da olabilirdi. Hoş, o zaman da çarmıh günü, hep yarın olacaktı. Mantık dersi çalışırken bile, Usun dizgeselliği karşısında, kendimizi bir yana çekiyor, onun bizi ele geçirmesine izin veriyoruz. Sonsuz olana, Yaratana teslim olmak, “ben”in, daha doğru bir ifade ile “ben” sandığımın mutlak yokluğunu gerektirmeli. Teslimat, günahlarımızla doğru orantılı olarak zordur belki de. Kim bilir?

Düşünsenize; sağlığımızı, eşimizi, işimizi, dostumuzu, aşımızı, neşemizi kaybettiğimizde hep çekileceğimiz bir içimiz vardır; oraya gider kıvrılırız. Yolun bazı uğraklarında bu iç kalmaz. Acınızın nedeni gibi, kaynağı da dünyalık değildir. Ele geçirilirsiniz adeta. Külli irade teslim alır sizi. Tanıdık bildik bir acı olmadığı gibi, psişik bir köpürme hiç değildir. Aklını kullanan için kader, bilinçaltının açılması ise; sözünü ettiğim durum bilinçaltının gayzer gibi fışkırmasıdır.

Benzer bir fışkırma ile ilk temasımda, yolum, iki yıllığına Büyükada’ya düştü. Tarifi, anlatılması olanaksız bir “kayıp iç” pençesinde sürünürken (yaşamak denilemez), önüme bir kelime düştü: Ötekileştirmek. Sanki, her, ada yaşamını tercih edenin, karşı kıyıya verdiği mesaj gibi sürdürmüştüm yaşamımı. En büyük günahımdı ötekileştirmek. Oysa, bu yanımı uzun bir süre önce farketmiş, soluksuz bir çabayla, yüzleşmiştim kendimle yıllarca. Yolda, bir olumsuz yanımla yüzleşirken, diğer bazı günah elbiselerimle uğraşmama bile gerek kalmamıştı; yönetmen tarafından yok ediliverilmişlerdi! Fakat bu sefer durum farklıydı, bedel ödeme vaktiydi, kabir azabıydı adeta. Nereye dönsem, bir usta ötekileştiriciye denk geliyordum. Kolayca, pek kolay, insanlığa ihanet içinde bir kolaylıkla ötekileştiren yanım, bedenlenmişti adeta. Mahir ötekileştiricilerin yaşadığı bir köye hapsolmuştum. İnsanlarla temasımda, yalnızca ötekileştirmelerine izin veriliyormuşçasına nobranlardı. Maruz kaldığım her ötekileştirme, başka bir bedenden bana bakan ben gibiydi. Bilinçaltım direksiyona geçmiş, senaristliği ele almıştı. Yönetmen ise pek memnun izliyor, karışmıyordu.

Toplumsal boyutta da, Türk-Kürt ayrımının, ötekileştirmenin dorukta yaşandığı bir yerdi ada. Türkler bozulmuş plak gibi şunu tekrarlarlar: “İçimizde Kürtlere karşı olan yoktur.” Boş bir tekrardır bu, henüz kendini tanımayan kişinin ezberi. Ancak hizmet sektöründe var olabilmiş Kürtler, adanın tepeden bakılanlarıdır. Fayton sorunu ile ilgili olarak yapılan toplantılara bile çağrılmaz faytoncular. Bu normalmişçesine bir kabul vardır. Kişiyi içinde yaşadığı kültürün belirleyebildiği gibi, kişiler de toplumları ve onların kaderini belirlerler. Türk toplumu “sınırda” kişilik bozukluğu taşıyor. Bu türden bir kişilik bozukluğu için, övülen kusursuz, yerilense mutlak kusurludur. Fayton sorunu da böyledir. Faytonlar için çözüm“ya” “ya da” ikiliğinden payını alır: Faytonlar kaldırılmalıdır; atlar kullanılmamalıdır. Nokta. Faytoncular, atlara eziyet etmiyor gibi bir söylem değil benimki. Adadaki fayton sorununu ele aldığım iki yazıyı okumadan karar vermeyin. Ara çözüm sanki olanaksızdır. Olaylara bakış açımıza psişemiz yığılıyor. Hayvan haklarını savunurken, neredeyse insanlığımızdan çıkıyoruz. Duygu akıtılmamış tavır bulmak çok zor.

Sarkaç ne kadar sağa giderse o kadar sola gidecektir ki, salınım dengeye gelsin. Ötekileştirmenin sembolü olan bu adada, kapsayıcılığın edim olarak gözlenmesini sağlayan kişiler de var. Bu yazıyı yazma nedenim onlar. Asırlar boyunca uğraşılan felsefenin ulaşmak isteği yerde olan kişiler. Anadolu mayası çalınmış, bireşim ustasının lütfuna mazhar olmuş, “hizmet Hak için” sözünün muhatabı güzel insanlar. Onları tanıdığım için çok şanslıyım. Onların, insanlığa hizmet etmek için fedâkarca çabaları, benim yaralarıma pansuman oldu. Onlarla birlikte olmak, gayretlerine tanıklık etmek beni iyileştirdi. Kent Konseyinde sorunları tartışırken, dile getirdikleri dengeli görüşleri; faytoncuları değil dışlamak, onlarla birebir çalışma yöntemleri; adaları ülkemiz için temsili topluluk ve mekan haline getirme gayretleri, takdire şayan. Adalar, Türkiye’den sağlıklı bir kesit olanağı verecek nitelikte. Orada başarılacak bir mikro model önemsenmeli. Bu bilinçle, yaşamlarından fedâ ve ferâgat ederek çalışan gönüllüler bana çok şey kattılar.

Övmeye doyamadıklarım arasında kalbimi çalanlarsa, Adalar Çocuk Orkestrası. Adada yaşayan her kesimden miniklerin buluştuğu bu orkestra, büyük işler başarıyor. Bağışlarla ayakta duran ve Barış İçin Müzik Vakfı’na bağlı olan bu orkestra, çocukları, evrensel bir dil olan müzikle birleştiriyor. Faytonculardan şikayetçi şımarıklara, nefis bir sorunu çözme dersi. Boylarına uygun minik kemanlarını tutmayı öğrenen ufaklıkları, bir yıl sonra İzmir’de verdikleri konserde izlemek çok zevkliydi. Arkasında ne çok emek olduğunu biliyorum. Her hafta saatlerce süren pratiklerin planlanması, ödeneksiz bırakılmış bir okulda giderlerin karşılanması, çocukların okul saatinden sonra çalışmalarının sağlanabilmesi, onların maddi manevi sorumluluklarının üstlenilmesi hep gönüllüler tarafından sağlanıyor. Orkestranın fikir annesi, Kent Konseyi’nin dengeli fikir ortaklarının fedâkâr üyesi, Pınar Delen Satıoğlu ve çocukların, velilerin sevgilisi, her türlü sivil toplum hareketi toplantısının perde arkasındaki üstlenicisi, güleryüzlü Ayten Şele: İyi ki tanımışım sizleri! Kaprisli tikel ‘ben’e, kendine gömülmüş egoma, bildiğim lâkin bir türlü idrak edemediğim şeyi gösterdiğiniz için.


Gülgün Türkoğlu Pagy Kimdir?

Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Hidrobiyoloji mezunudur. University of London King’s College’da yüksek lisansını tamamladıktan sonra National Rivers Authority ve Anglian Waters’da biyolog olarak görev yapmıştır. Türkiye’ye döndükten sonra özel kuruluşlarda Ar-Ge alanında uzman olarak çalışmış, yöneticilik yapmıştır. Ege Üniversitesi Biyomühendislik Bölümü, Tıp Fakültesi ve CNRS Paris ortaklığında yürüttüğü doktorası insan genetiği üzerinedir. Avrupa birinciliğini kazanan Bio-Ace Centre of Excellence başvurusunu yürüten iki kişilik ekiptendir. Bir süre bu projenin müdürü olarak görev yapmıştır. Düşünüyorum Dergisi yazarlarındandır. Felsefe ve Kadın Sorunları üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir.