YAZARLAR

Dipten sesler korosu

Bu dibe vurmuşluk hali, toplumun her yanını kuşatmış gibi adeta. Nereden tutsanız elinizde kalıyor. Evlatlarını 10 Ekim katliamında kaybeden anneleri yuhalayanlarla küçücük otistik çocukları yuhalayanlar aynılar, belli ki. Kimse kimseyi dinlemek, anlamak istemiyor.

17 yıllık AKP iktidarının dibe vurduğu kesin. Yalnızca dış politikada şimdiye kadar belki de hiç yaşanmadığı kadar sıkışmış, günlük geçici ötelemelerle, aşırı horozlanmalar, 'siz hele bir kendinize bakın' vaveylaları ve diplomasi tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir mektubu cebine koyup Amerika yollarına düşmelerle göstermiyor kendini. İçeride bir süredir 'yol yaptım, köprü yaptım, beton döktüm, temel attım' böbürlenmelerinin bir karşılık bulduğu yok. Ekonomi desen, çokomelli. Elde kala kala Cumhuriyet’in karşısına Osmanlı’nın mirasını çıkaran sahte gündemlerle günü geçirmek, yaşam tarzı kıskacına sıkıştırdığı toplumu birbirine düşürmeye, bir arada yaşayabilme umuduna dair geriye kalan kırıntıları yok etmeye meyleden kutuplaştırmadan medet ummak kalıyor. Ne var ki, toplum ne denli ikiye ayrılırsa, yüzde elli artı biri garanti edebilme ihtimalinin o denli güçlendiği hesabına dayalı bu strateji, aynı zamanda iktidarın hep tetikte, hep diken üstünde kalmasına yol açıyor. Bu nedenle, içerideki kutuplaşmaya rağmen, her şeyin üzerine çıkan bir milli menfaatler mutabakatına da ihtiyaç duyuyor. İçeride geçici gündemlerle canlı tutmaya çalıştığı karşıtlıklara her zaman memleketin ezeli düşmanlar ve onların içerideki işbirlikçileriyle kuşatıldığı tekerlemesine mecbur güvenlikçi söylem eşlik etmek zorunda. Açık ya da örtülü bir güvenlik tehdidine karşı bir politika önerisi barındıran, stratejik, rasyonel bir dil değil ama kastettiğim. İHA’larımızın ve SİHA’larımızın ne güzel de uçtuğu, yerli ve milli silah ve cephane fabrikalarımızın ne güzel de işlediği, operasyonlarımızın nasıl da başarılı olduğu ve bunu çekemeyenlerin yolumuza nasıl da taş koyduğuna dair racon kesen bir dil. 29 Ekim kutlamasından 10 Kasım anmasına, her yerde bu dil karşımıza çıkıyor. Kimsenin de doğru düzgün karşı çıktığı yok. Neyine karşı çıkacaklar? Söz konusu güvenlik olunca akan sular duruyor. Neme lazım, birileri çıkar “Ne yani, güvenlik olmasın da terör mü olsun?” deyiverir.

Bunun sonu, kimin daha çok, kimin daha az milliyetçi olduğu yarışında maazallah ikinci, üçüncü, hatta dördüncü sıraya düşmeye kadar varır. İşte bu yüzden, tank palet fabrikası mevzuu önemli. Kimse bunu Cumhuriyeti Kuran Partinin Genel Başkanı kadar bilemez. Duymayan kalmasın diye, her grup toplantısında ve her konuşmasında en az bir kez tank palet fabrikası diyor. Bir ara Afrin de demiş. Ben kaçırmışım o konuşmayı ama Afrin’de hayat çok güzelmiş sanırım. Zeytin ağaçlarının gölgesinde, yerel halkın terk etmek zorunda kaldığı bölgeye yerleştirilen cihatçı aileleri ve diğerleri mutlu mutlu yaşıyorlarmış. Hem bir sürü sivil toplum örgütü de AB’den proje almış, buralara hizmetler götürüyorlarmış. Kılıçdaroğlu fotoğrafını görmüş. Çok beğenmiş. Şimdi tabii, memleketin bir tarafı dibe vururken öbürü su yüzünde kalacak değil. Kimse muhalefetin bu haline bir şey söylemesin.

Peki, diyelim iktidar içine düştüğümüz bu derin karanlığın başlıca sorumlusu. Doymak bilmeyen iştahı, tatmin olmayan egosu ve sınır tanımaz güç sarhoşluğunun elbette patolojik bir yanı var. Bu nedenle de ruh hali aşırı uçlarda seyrediyor. Kendinden ne kadar emin olursa, kendini o kadar da tehdit altında hissediyor, paranoyaklaşıyor. Bir yandan günü kurtarmaya çabalarken, bir yandan devri hiç bitmeyecekmiş duygusuna kapılıyor. Muhalefet, yani ana olanı da öyle düşünüyor olmalı ki, yörüngesinden çıkmayı başardığı ve başka türlüsünün mümkün olduğunu gördüğü her kırılma noktasının ardından bocalıyor, başa dönüyor ve hiçbir şey olmamışçasına ezberine kaldığı yerden devam ediyor. Sonsuza kadar sürecek bir döngünün içinde, iktidarıyla muhalefetiyle bizlere sundukları derin bir çaresizlik duygusundan başka bir şey değil.

İntihar üzerine çok da konuşulmaması gereken bir konu. Ne kadar dillendirirseniz o kadar fazla cana mal oluyor çünkü. Ancak önce İstanbul’da ardından da Antalya’da üst üste gelen ve kullanılan yönteme bakınca birinin diğerinden esinlendiği anlaşılan iki intihar üzerine söylenen onca sözün işaret ettiği, insanların bu çaresizliği ta derinden yaşadıkları. Nasıl olduğu bilinmiyor, yoksulluk, ödenemeyen borçlar, işsizlik, çaresizlik… Her ikisinde de intihara karar veren kişi, geride kalacakların kendi yokluğunda yaşamayı sürdüremeyeceklerinden emin olarak kendisiyle birlikte onları da ölüme sürüklüyor. Biri öz kardeşlerini (eğer toplu bir intihar değilse kardeşlerinki), öteki küçücük iki çocuğunu ve eşini. Oysa herkes biricik olsa da bu dünyada, kimse vazgeçilmez, kimse yeri doldurulmaz değil. Bıraksa, hayat öyle ya da böyle akacak geride kalanlar için. Kendisi bu hayatta olmadığında, onsuz bir hayatın ötekiler için de yaşanamayacak kadar kötü olacağından öylesine emin.

Bu dibe vurmuşluk hali, toplumun her yanını kuşatmış gibi adeta. Nereden tutsanız elinizde kalıyor. Evlatlarını 10 Ekim katliamında kaybeden anneleri yuhalayanlarla küçücük otistik çocukları yuhalayanlar aynılar, belli ki. Kimse kimseyi dinlemek, anlamak istemiyor. Hep nefret edecekleri, hedef tahtasına koyacakları, linç edecekleri birileri var. Kimileri dipte yaşamak işine geldiği ve bu şekilde de gemisini yürütebildiği için kendisiyle birlikte tüm toplumu dibe sürüklemeye devam ediyor. Belli ki, iktidar bulunduğu yerde kalabildiği sürece nerede olduğumuzu pek önemsemiyor. Bazısı başka türlüsünü bilmediği ya da istemediği için dipten sesler korosuna katılıp her zamanki işini yapıyor. Oysa hiçbiri, hiç kimse yeri doldurulmaz değil. Başka türlü olabilir. Her zaman bir ümit vardır. Dilerseniz sokakları, parkları, meydanları dolduran kalabalıklara bakın. Aralarında sizin benim gibi insanları göreceksiniz. Birlikte, barış içinde, birbirimizden nefret etmeden sürdürülecek bir hayatın mümkün olduğunu bilen, özleyen…


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.