YAZARLAR

Anlatı ve gerçek

Anlatı gerçeklerden kopuk. Anlatı dediğimiz epeydir yukarıda değindim uğultu. Muhalefet de bu ortaoyununda anlatıyı sorgularmış gibi yapıyor, gerçeklerle uğraşmak zahmetine katlanmıyor. Düşünmeye cüreti, siyasete mecali yok.

Olmaz ya, hamsi kavağa çıksa, yarın CHP tek başına iktidar olsa, sizce Kılıçdaroğlu göreve geldiği ilk haftada TSK’ye Suriye’den tümüyle çekilme yönergesi verir mi? Pekiyi, vermeli mi? Hemen vermemeli ise ne zaman vermeli? O zaman neden Erdoğan ve AKP’nin Suriye siyasetini eleştiriyorsunuz, madem seçenek öneremiyorsunuz? “Seçenek yok, tek yol budur” mu diyorsunuz? Her zaman bir başka yol vardır oysa. Düşünmeye cüret edenlere her zaman bir yol vardır, bulunur, yoksa yapılır.

Niyet, irade, cüret. Lavrov, Kürtlerin haklarından söz ediyor. Çok umursadığına eminim, çok idealist biridir Sayın Lavrov. Beşar Esat da, gerekirse bağrına taş basıp Erdoğan’la konuşabileceğini dile getirdi ve “devletin” Suriye’nin tamamına, yani Kürtlerin tepesine, geri dönmesi gerektiğini. İbrahim Kalın da çok zeki, Trump’ın “bir köpek gibi” öldürttüğü Bağdadi’nin nasıl olup da YPG denetimindeki Deyrelzor’dan Türkiye denetimindeki Idlip’e geçtiği sorgulanmalıymış, öyle diyor.

Rafine bir hariciyeci görünümü olan BM Suriye Özel Temsilcisi Pedersen ise Cenevre’de anayasa yazım komitesinin açılışında durumdan mutlu ve umutluydu. Sık kullanılan dilimize apartma deyimle odanın ortasındaki fil her zamanki gibi Kürtlerin yokluğuydu. Kürtler, Şam’la pazarlığı SDG milis kuvvetini tek parça tutmak üzerinden açtı. Esat’ın ise zamana oynadığı, ne yeni anayasayı, ne ülkelerinden ayrılmış milyonlarca yurttaşının geri dönüşlerini umursadığı ortada.

Bu bakımdan, Esat ile Erdoğan’ın yaklaşımları benzeşiyor: İkisi de uzlaşmak değil kazanmak peşinde. İkisi de zamanın kendi yanlarında olduğu inancında. Tarihsel an olarak bakılırsa her ikisi de kazanmış görünüyor gerçekten. Tanpınar’ın “yekpare geniş bir anın parçalanmaz akışı” olarak zamana bakıldığındaysa, her ikisi de belki şimdiden yenikler. Zira inşaata yönelmeyen hafriyat faaliyetlerinin mühleti en fazla kendi ömürleriyle kısıtlı.

Fakat anlatı gerçekten koptukça, her gün duyduğumuz uğultu yüksek perdeden sürdükçe burada soluk almak olanaksızlaşıyor. Tersinden söylersek, yalnızca soluk alıp verdiğimize şükreder kılınıyoruz. Osman Kavala’nın tutsaklığı iki, Selahattin Demirtaş’ınki üç yılı aştı. Demirtaş’ın hücre arkadaşı Abdullah Zeydan salınmadan alıkonuldu. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Mızraklı tutuklanıp, apar topar Kayseri’ye götürüldü.

1994’den beri AKP elindeki İstanbul’da gereksinim duyulmayan Boğaziçi’nde denetim Beştepe’ye bağlandı. Yine İBB, Haydarpaşa ve Sirkeci gar binaları ihalelerine alınmadı. YTÜ Davutpaşa Kampüsü’nde ağaçlar “millet bahçesine” dönüştürülmek için kesilecekmiş. Motorları olmadığı söylenen THK yangın söndürme uçakları gösteri uçuşu yaptı, ardından THK’ye kayyım atandı. Listeyi uzatabilirsiniz.

Her gün bu tür aşağılamalarla karşı karşıyayız. Anlamı olmayanın yorumu nasıl yapılsın? Bunun karşısında muhalefet bir şeyler geveliyor. Sıkıyı görünce hizaya giriyor. “Yedi soru sordum”, “tank palet” filan, yani insan hakikaten hayret ediyor, “böyle bir şey olabilir mi ya” diye isyan edesi geliyor. Takoz gibi yüzyıldır taşıdığımız Kürt Sorunu, Ermeni Soykırımı gelip nihayet ABD Temsilciler Meclisi’nin yasa tasarıları halinde yüzümüze çarpılıyor. CHP de milli duruşa geçiyor, “asıl milliyetçi benim” diyor.

Kürekle, el arabasıyla dökülen milyonlarca dolar ve karşılığında “look at the tabela”: 405-11 ve 403-16. “Yok hükmünde” der geçeriz. Arşivlerimiz açık ama Hrant Dink Vakfı’na Kayseri konulu konferans düzenlemek yasak. Barış Pınarı Harekâtı’nda MSB Akar’ın özgüveni tamam ama yerli, yabancı basına haber yapmak yasak. Hatta eleştirel yabancı medya üyelerine değil Suriye’de harekât alanına geçmek, Türkiye’ye gelmek yasak. Derdimiz haşa Kürtlerle değil ama Kobane’nin adı Ayn El Arap.

Anlatı gerçeklerden kopuk. Anlatı dediğimiz epeydir yukarıda değindim uğultu. Muhalefet de bu ortaoyununda anlatıyı sorgularmış gibi yapıyor, gerçeklerle uğraşmak zahmetine katlanmıyor. Düşünmeye cüreti, siyasete mecali yok. Okuduğunuz üzere sadık amadenizin de yoruma niyeti yok. Öfke patlaması, sayıklama, kendi kendine söylenme, akşamdan kalmalık durakları arasında ring sefer yapan demode bir troleybüs benimki.

Öyleyse yorumu bırakalım, yine haberlere bağlanalım: Erdoğan teröre destek vermekle yani SDG’yi siyasal muhatap kabul etmekle suçladığı Avrupa’yı uyarıyor: “Sarı Yelekliler var ya bütün ülkelerde olacak.” Irak’ta yüz binler sokakta, biz cop ve biber gazı ihraç ediyormuşuz komşumuza. Cezaevinde vefat eden BDP’li Erentepe Belde Başkanı Aydın Kaya’nın “Seni unutmayacağız” anlamına gelen “Em te ji bîr nakin” yazılı mezar taşı savcı talimatıyla kırılarak götürülmüş. İBB’nin köprü geçiş ücreti payı da verilmeyecekmiş artık.

İç politikada, adeta yarınlar olmayacakmış gibi doludizgin yaşıyoruz ileri demokrasiyi. Dış politikada da neo-Osmanlıcılık, İhvancılık derken Turancılıkta karar kıldık. Hem Turancı, hem Rusya-Çin yanlısı (ne demek olduğunu halen bilemediğim) “Avrasyacı” nasıl olunacak belli değil. Önemli de değil sanırım. Yerküreden ateşlenip, Mars’a kondurulan uzay aracının rotası milimi milimine önceden bilinir de, ağzını düğümleyemeden elinizden kaçan balonun havada çizeceği yol kestirilemez. Anlayacağınız yahut benim anlayabildiğim, gittiği yere kadar gider.


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.