YAZARLAR

Savaşın gerçek tarafları

Marx “El değirmeni, feodal efendiyi veren toplumu, buhar değirmeni ise kapitalist sanayiciyi veren bir toplumu içerir” demişti. Tarihsel etmenin, üretim kipinde ifade edildiği bir dünyada, ne buhar değirmenini ne de bilgisayarı bulmuş bir toplumun çocukları olarak neyi paylaşamıyoruz?

Politikacıların, Hulk, King-Kong kabalığında endam ettiği günümüzde, işlerini tilki kurnazlığıyla yürüten İngiliz politikacıları özlemle anacağız neredeyse. Kurnazlığa başvurmanın bir nevi dürüstlük anlamına geldiği, bu nedenle çelişkinin olgusal gücünün hissedildiği zamanlardı. Oysa artık, iyiyi, doğruyu, hayat kurtarıcı olanı, evrensel değerleri, adaleti kısacası insanca yaşamı hedeflemeyen ve bunu açık açık, kaba saba dile getiren politikacılar yönetiyor dünyayı. Kötülüğün dürüstçe dile getirilmesi değil; kitlelerin köleleştirildiğinden emin olduğu için, artık gizlenmeye gerek duymayan cahil cesareti bu.

Sonu gelmez bir biçimde savaş analizleri yapıyoruz. Donuk, taşlaşmış, kapalı bir evrene ait, yüklemleri özne bekleyen cümleler sıralanıyor ardı ardına. Karşılıklı duran iki taraf, tarihselliğinden, gerek yapısal anlam gerekse de içerik olarak boşaltılmış, özü itibarıyla pek de benzer cümle şemsiyelerinin altında safları sıklaştırıyor. Analizlerin sığlığı, sunulan alternatiflerin yoksulluğunda: Ya barış karşıtısındır ya da vatan haini. İki grup da ölümü yadsır ama kendi ölüleri olması koşuluyla. Her ölen insan değildir henüz buralarda. Ötekinin ölümüne asla üzülmemiş olsa da olumlu etiketleri kendine saklar: barışsever, yurtsever. Köle bilinci.

Özgürleşme, kölelik bilincine dayanır. Özgürlük potansiyeli, köleliğin olgusallığını öngerektirir. Bu türden bir önerme, karşıtlar arasında nitel bir ayrım yapılabildiği sürece kolaylıkla kavranılabilir. Bu denge, günümüzde, kölelik lehine bozulmuştur. Dengenin bozunumu, bu bozunmanın “bozunma” olduğunu algılama yetimizin bozulmuş olması nedeniyle; kölelik, özgürlük taklidi yapabilmektedir.

Gelişimleri, doyumları, özerk olmayan gereksinimlerimizle yaşıyoruz. Günümüzün mutsuz bilincinin akılla ilişkisi tükendi. “Mutluluk, mutluluğun olmadığının idrakinde yatar” benzeri usdışılıklara düşkünüz, teselli buluyoruz. Akıl çelişkide ortaya çıkan bir yetimizdir. Özerkliği ve doyumu dış etmenler tarafından belirlenen bilinç için çelişki henüz “dışarıda”dır. Özgür olabilmek için en gerekli yetinin, eş deyişle aklın, tikel toplumsal çıkarlar tarafından baskılandığı; başkasının, gelişimini, refahını negatif etkileyen kazanımlar peşinde tüketildiği yaşamlar.

Tek Boyutlu İnsan adlı kitabında Herbert Marcuse’ün ustalıkla değindiği “Usdışılığın ussal karakteri” ile başbaşayız. Derin bir yabancılaşma içindeyiz ve kendimizle olan “yabancılaşmayı” algılayamayacak ölçüde ketlenmiş durumdayız. Kendimizi nesnede tanıma ve tanıtma çabasıyla delirdik. Kendimizi tanıttığımız yer, oraya kendimizi yakıştırmış olmamızı öngerektirir: para, bilgi, araba, makam, takipçi sayısı vb.

Marcuse’e göre, teknolojik denetimler, tüm toplumsal kümelerin ve çıkarların yararı için Usun somutlaşmasının kendisi gibi görünürler. Bireyler kendilerini, yaşamlarını şekillendiren şeylerde buluyorlarsa “kendine yabancılaşma” kişinin iç dünyasının da ele geçirilmişliği olarak yansır. Kendine yabancılaşma, olumsuzlamanın gücünün zayıflamışlığına işaret eder. Ele geçirilmiş bir “iç” ile birey kendine yabancılaşır. Günümüzün mutsuz bireyi, bir o kadar da mutludur artık. Kendine olan yabancılaşması etrafına yansır; o yalnızlığında mutludur; sosyal medya hesabından mutsuzluğunu paylaşarak “etkileşim” aldığında mutludur. İnsanın kendini tanımasına olanak verecek biricik temas, insanla temas yitirilmiştir.

Uyumlu olmayı reddetme hakkı, teknolojik denetim aygıtlarınca ele geçirilmiştir. Sahici bir iç gerilimden kaynaklanan uyum bozumu, ussal devinim için gereklidir. Oysa, günümüzün uyumsuz bireyi uyumsuzluğuyla, mutlaka bir grupla uyum halindedir. Ussal çözümlerin ketlendiği bir varoluş alanı olarak zihin, öteki olmayanı ötekileştirir: “Teknolojinin kullanımı düşmanlarıma yöneldiği sürece ‘iyi’dir”, “düşmanın bombalanması, ölmesi zorunludur.” Nükleer savaş tehditiyle barışta yaşamayı, hizada tutulmayı kanıksadık. Tehlike hep ötekinden kaynaklanır. Sözünü ettiğim kitapta ustaca tanımlanmış: “Statükonun kolayca sindireceği sağlıklı diyetinin parçaları” olarak varız.

Bir erek olarak deneyimleyebileceğimiz yaşamımızın, araçsallaştırılarak nitel bir ayrıma uğratılmış olmasının belki de son sınırında dolanıyoruz. Bunun farkında olmadığımızdan, ereksel olanı küçümsüyor, azımsıyor onunla alay edebiliyoruz. Olumsuzlama, değişimin önsel koşuludur oysa. Her zamankinden daha zengin, daha rahat, daha konforlu bir yaşam öneriliyor. Çelişkinin doğasının giderilmesi demek olan bu “havuç”, olumlu olduğu varsayılana ulaşmak için gösterdiğimiz çabanın sözde dengeleyici bir unsurmuşçasına algılanmasıyla sonuçlanıyor. Bundan böyle, araçsallaşan yaşamına köleleştirilen birey, olumsuzun gerçek gücünden yalıtılmış bir zihin ortamına mahkum oluyor.

Elde edilen rahat yaşam da, anlamada, ilişkide, iletişimde kolaycılığın yansıması olan “ötekileştirmeyi” getiriyor. Kendini nesnede tanıyan insan, ötekiyle ilişkisinde insandan çok bir nesne arıyor. Dostluk etmek için kriter “bir benzer olan”a indirgeniyor. Neşesi de nesnesine bağlı köle, sanatta, bilimde, edebiyatta ve giderek felsefede bile kolayı talep etmeyi hak görüyor, içinde boğulduğu çelişkinin farkına varamıyor. Tek boyutlu bu özne, ders veriyor, yazı yazıyor, roman yazıyor, felsefi görüş bildiriyor, sosyal medya hesabından kesintisiz analiz yapıyor. Çelişki aklın nitel ayrımıdır. Çelişkinin devindirici gücü, tinin özgürlüğe yazgılı olmasından gelir. İşte bu nedenle gerçek çelişki hiçbir zaman “dışarıda” olmaz. Us bu yönüyle aşkındır. Düşüncenin olumsuz gücü, yalnızca kendine yönelik olduğunda dirimlidir ve bu güçtür ki, düşünce ile olgusallık arasındaki gerilimi hem yaratır hem de kırar.

Marx “El değirmeni, feodal efendiyi veren toplumu, buhar değirmeni ise kapitalist sanayiciyi veren bir toplumu içerir” demişti. Tarihsel etmenin, üretim kipinde ifade edildiği bir dünyada, ne buhar değirmenini ne de bilgisayarı bulmuş bir toplumun çocukları olarak neyi paylaşamıyoruz? İç dünyamızı bile bize yasaklayan refah toplumunu üreten akıl, onu kontrol etmemize de izin vermiyor.


Gülgün Türkoğlu Pagy Kimdir?

Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Hidrobiyoloji mezunudur. University of London King’s College’da yüksek lisansını tamamladıktan sonra National Rivers Authority ve Anglian Waters’da biyolog olarak görev yapmıştır. Türkiye’ye döndükten sonra özel kuruluşlarda Ar-Ge alanında uzman olarak çalışmış, yöneticilik yapmıştır. Ege Üniversitesi Biyomühendislik Bölümü, Tıp Fakültesi ve CNRS Paris ortaklığında yürüttüğü doktorası insan genetiği üzerinedir. Avrupa birinciliğini kazanan Bio-Ace Centre of Excellence başvurusunu yürüten iki kişilik ekiptendir. Bir süre bu projenin müdürü olarak görev yapmıştır. Düşünüyorum Dergisi yazarlarındandır. Felsefe ve Kadın Sorunları üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir.