YAZARLAR

Genel Kurul

Benzerleri gibi, gelenekselleşmiş bir yıllık “diplomasi sirki” kimliği de taşıyan BM Genel Kurulu’nun bir diğer başat özelliği, hep birlikte New York’ta bulunan liderlere toplantı marjlarında ikili görüşme olanağı tanıması. Kim kime randevu vermemiş, hangi liderden kimler ve kaç kişi randevu talep etmiş gibi veriler dışişleri bürokratları ve muhabirlerince defterlere dikkatle not ediliyor. Misal, acaba yüzün üzerinde görüşme talebi almış ABD Başkanı Trump, özellikle Fırat’ın Doğusu’nda çatışmasız bir hal çaresi bulunmasını teminen Cumhurbaşkanı Erdoğan’a randevu verecek mi?

AKP’nin diplomatik birikimi ve yabancı dillere hâkimiyeti hasebiyle New York’da başlayan BM Genel Kurulu’nda cumhurbaşkanına eşlik edecek heyete dahil edildiği anlaşılan köklü semtlerimizden Karagümrüklü İstanbul Milletvekili Ahmet Hamdi Çamlı sefer öncesi bir paylaşımda bulundu. Görüleceği üzere Çamlı, Dersaadet’ten hareketle Cemiyet-i Akvam’a gitmekten söz ediyor. Milletvekilinin duyup, duyumsattığı çocuksu coşku takdire şayan.

Bilgiçlik taslamanın gereği yok ama “Cemiyet-i Akvam”, Birleşmiş Milletler’in öncülü tabii. Yoksa hoşluk olsun diye BM yerine ikame edilebilecek Osmanlı çağrışımlı bir terim değil. Ayrıca, “milletler” denilen de devletler. Tıpkı “uluslararası ilişkiler” denildiğinde “devletlerarası”, “dış güçler” denildiğinde “yabancı devletler” anlaşılması gerektiği gibi. Kendimizinki dışında tüm diğer devletler de doğal olarak “dış güç” oluyor zaten öyle değil mi?

İlhan Berk’in herhalde artık klasikleşmiş desek herhalde yanılmayacağımız “Galile Denizi” (1958) kitabında yer alan “Eleni geliyor / Dünyaya bakıyorum / Dünya sanıldığı kadar küçük değil o gün anlıyorum” dizelerini anımsıyoruz. “Saint Antoine’ın Güvercinleri” şiirinden. Balat’ın sırtında Karagümrük’ten başlayıp, Haliç’i geçerek Saint Antoine Kilisesi’ne çıkmak kısa bir yürüyüş, bu bugün de olası, hatta önerilir. Şiirin yazıldığı 1953’te belki ama bugün “Eleni’nin gelmesi”, o artık her türlü çok uzak ihtimal. Dünyaya bakıp, sandığımız kadar küçük olmadığını anlamak ise hepimizin zorunlu uğraşı olmalı sanırım.

Ünlü Mongeri’nin tasarladığı günümüzdeki Sent Antuan Katolik Bazilikası’nın inşaatına 1906’da başlanıp, 1910 yılında tamamlanmış. Fransisken rahiplerin oralara ilk yerleşimi ise 1200’lü yıllara dek uzanıyor. “Dersaadet” dönemi işte. Cemiyet-i Akvam, kavimler yani milletler cemiyeti ise I. Dünya Savaşı’nın ardından 1919’da toplanan Paris Konferansı’nda kararlaştırılıp, 1920’de kuruluyor. II. Dünya Savaşı’nın ardından 1946’da bu defa Cenevre’de toplanan bir başka konferansta ise lağvediliyor.

Birleşmiş Milletler teşkilatının kuruluşuna ise 1945’te ülkemizin de katılımıyla San Fransisco’da toplanan konferansta karar veriliyor. Hepimiz, II. Dünya Savaşı’nda dönemin cumhurbaşkanı İnönü’nün usta işi diplomasisiyle tarafsız kalıp, BM’ye katılabilmek için sözkonusu konferans arefesinde zaten yenilmiş Almanya’ya savaş ilân ettiğini biliriz. BM’nin Genel Kurulu’na beş daimi üyenin yanı sıra 2009-2010 döneminde parçası olduğumuz Batı Avrupa grubundan aday olup, birinci turda 151 rekor oyla geçici üye seçildiğimiz de zihinlerimizde henüz taze.

“AKP’nin onyedi yıllık devr-i saltanatında görüp göreceğimiz (diplomatik) rahmet de o olmuştu azizim” diye hayıflanmak da mümkün. Belki “nereden nereye”, demek de. Aramızdan sözcüklerin arka yüzlerine bakıp, “a, biz Batı Avrupa (WEOG) grubunda mıyız yahu” diye şaşkınlık belirtenlerimiz de olabilir. Cemiyet-i Akvam’la ne işimiz olmuştu diye araştırıp, Musul meselesinin suhuletle hallinde, 1923-1926 arasında yürüttüğümüz diplomatik mücadelede ileri sürdüğümüz savları incelemek isteyenler de çıkabilir.

“Musul” denilen, aşağı yukarı bugünkü Irak Kürdistan Bölgesi. Cemiyet-i Akvam’la paylaştığımız veriler, temelde bölge halkının tarihi olarak Türkmen ve Kürtlerden oluştuğu. Kerkük dahil pek çok yerde nüfus çoğunluğunun Kürtlerde olup, Kürtlerin de harita üzerine galip Britanya’nın çizdiği Irak haritasının değil, mağlup Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu unsurlarından oldukları ve parçası olmak istedikleri. Her neyse, eski dışişleri bakanlarımızdan merhum İsmail Cem’e atfedildiği üzere, “anılar mazide, Musul ve Kerkük Irak’ta kaldı cancağızım”.

İkonik BM binasının mimarı yine Mongeri gibi ünlü Niemeyer. Niemeyer, kendi ülkesi Brezilya’nın başkentini de tasarlayan kişi. BM uluslarüstü bir küresel hükümet olmadığı cihetle, dayatılan iç kuralları yok. Örnekse, Erdoğan’ın garipseyeceğini tahmin edebileceğimiz, tütün tiryakisi Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un yürekten benimsediğini bildiğimiz üzere, binada sigara içilmemesi yasaklanamıyor ancak öneriliyor. Konuşma sürelerinin kısıtlanamadığı BM Genel Kurulu podyumu da tarihte Castro, Arafat gibi “renkli” liderlerce şov amaçlı kullanabiliyor. Geçerli soru ise, atılan taşın, ürkütülen kuşa değip değmediği.

ABD Başkanı Trump’ın sabık ulusal güvenlik danışmanı Bolton, Başkan II. Bush döneminde de 2005-06 yıllarında BM Daimi Temsilcisi idi. Görev süresi sırasında Bolton, BM binasının üst on katı yıkılsa, kimsenin farkına varmayacağı iddiasıyla gündem olmuştu. Bu sözler, üslup açısından rahatsız edici bulunsa da, özünde bir tutam gerçeklik payının bulunmadığını belirtmek güç doğrusu. Buna karşılık, “BM hiç olmasa, dünyamız daha iyi bir yer mi olurdu pekiyi” sorusunun yanıtı ise “daha iyisi gelinceye dek, en iyisi bu, eldekiyle yetinmeyi bilmek gerek” olabilir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyaret öncesi yaptığı kendinden emin açıklamalara bakılırsa, Türkiye’nin BM Genel Kurulu podyumunu “dünya beşten büyük” çıkışını yinelemek için kullanacağını varsayabiliriz. BM Güvelik Kurulu’nun mevcut yapısını arkaik bulup, reform gereksinimini savunmakta Erdoğan yalnız değil. Ancak, belki sigara yasağı uygulanamamasında ve ülkemizin BM Genel Kurulu’na bir daha seçilememesinde olduğu gibi, bu amacın hasıl olması için neyin nasıl yapılabileceği konularında kafalar korkarım biraz karışık.

Benzerleri gibi, gelenekselleşmiş bir yıllık “diplomasi sirki” kimliği de taşıyan BM Genel Kurulu’nun bir diğer başat özelliği, hep birlikte New York’ta bulunan liderlere toplantı marjlarında ikili görüşme olanağı tanıması. Kim kime randevu vermemiş, hangi liderden kimler ve kaç kişi randevu talep etmiş gibi veriler dışişleri bürokratları ve muhabirlerince defterlere dikkatle not ediliyor. Misal, acaba yüzün üzerinde görüşme talebi almış ABD Başkanı Trump, özellikle Fırat’ın Doğusu’nda çatışmasız bir hal çaresi bulunmasını teminen Cumhurbaşkanı Erdoğan’a randevu verecek mi?

BM Genel Kurulu için ABD’ye giden Erdoğan’ın, yine ABD’de bulunan Trump’la telefonda konuştuğu açıklandı. Trump, Teksas’ta ABD’yi ziyaret eden Hindistan Başbakanı Modi ile Pazar günü ellibin kişilik mitinge katılmıştı. Mitingi, Hint asıllı ABD vatandaşlarının dernekleri düzenlemişti. Erdoğan da İstanbul’dan New York’a Cumartesi günü öğleden sonra hareket etmişti. Belki telefon görüşmesi durumu böylece ortaya çıktı, henüz bilemiyoruz. Bildiğimiz, ikili görüşme gerçekleştiği takdirde Erdoğan’ın Trump’ın yüzüne de Eylül ayı bitmeden TSK’nin Fırat’ın Doğusu’na gireceğini söyleyeceği.

İkili görüşmeler de farklılık arz ediyor. “Pull-aside” denilen, toplantılar sürerken, bulunulan yerde kalkıp bir köşeye çekilmek. “Meet & greet” ise, heyetlerarası görüşme sürerken, liderin toplantı mahalline şöyle bir uğrayıp, “benlik bir şey yoksa kaçıyorum” deyip çıkması. Burada arzu edilen, Türkiye ile ABD’nin askeri, istihbari ve diplomatik heyetleri defalarca aynı konuyu en ince ayrıntısına dek konuştuklarına göre, Erdoğan ve Trump’ın karşılıklı oturup, adamakıllı ve içten bir biçimde müzakere edip, meseleye siyasi bir çözüm bularak, düğümü kesmeleri olmalı.

Pek yakında değerli Doğan Şima’nın çevirisiyle Baobab Yayınları’ndan Türkçesi çıkacak kendi de eski diplomat Lanzac’ın yazıp, Blain’in resimlediği “Quai d’Orsay” adlı çizgi roman, BM Genel Kurulu da dahil leziz ayrıntılar barındırır. Lanzac’ın alt benliği başkarakter Vlaminck Fransa Dışişleri Bakanı’na  (o da Villepin aslında) refakaten özel uçaktan iner, koşuşturma sırasında pistte bekleyen konvoyda binmesi gereken aracı bulamaz, bakanın yapacağı konuşma defalarca değişir vb. Biz de bakalım, Türkiye’nin bu yılki diplomasi gösterisi ne denli beğenilecek? Bir de beğenilmeyecek olursa, dönüş uçağında Erdoğan’a eşlik edenlerin, o uçaktan gittikleri denli şen inebileceklerini sanmam. Salondan çıkılıp, sahaya dönüldüğünde ne olur, onu da kestirmek zor.


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.