
Bir performans olarak 'erkeklik'
Bizzat kendi de politika, sosyal konular, insan hakları üzerine konuşmayı seven bir arkadaşım, benim kadının insan hakları, cinsiyet eşitliği, feminizm üzerine özellikle kafa yormamla dalga geçip, ona bu konularla ilgili yazı, paylaşım gönderdikçe “Irmak bu kadar kadın hakları üzerine konuşup yazıyorsun da peki erkeğe uygulanan şiddet ne olacak?!” deyip beni kızdırmayı sever. “Allah aşkına bu ülkede her şey bitti özel olarak erkek haklarına mı sıra geldi!” diye söylenirim ben de. Ülkede atraksiyon, dert, haksızlık, şiddet, mantıksızlık o kadar çok ki, zaten ana sorunları çözmek, doğru davranışları toplum olarak benimsemek yüzyıllar alacak gibi…
Diğer yandan ne olursa olsun hayat güzel, renkli, eğlenceli ve harika. Sorunları, baskıları konuşmak önemli ama bunu bir dert sarmalına girerek yapmaktan hoşlanmıyorum. Sorunlara benim bakış açımdan yaklaşan insanlara, özellikle bunu bir sanata döndürebilenlere hayran oluyorum. Kendisi bir boyband olsa, konserine gidip çığlık atan kız olurum, diye düşündüğüm sanatçı Sinan Tuncay’ın üçüncü kişisel sergisi “Olamadığım Adamlara Mahsustur”, arkadaşımın tutturduğu “erkeğe şiddet” olmasa da erkeklerin üzerindeki baskı ve toplumsal dayatmalarla ilgili ilk kez bu kadar düşündürdü beni.
İlk sergisi Üzgünüm Leyla’yı New York’ta izleyicilere sunan Sinan’ı asıl olarak New York’tan sonra açtığı İstanbul’daki ilk sergisi “Sentetik” ile tanımıştım. Kendisi ile ilgili kişisel hikayelerin de yer aldığı serginin çoğunluğu, “buralara ait” minyatür sahnelerden oluşuyordu. Bir sahnede bir grup uzuuun bir masada delicesine dansözlerle dans ederken diğerinde kadınlar hamamda gevşiyordu… Aslında sadece iki kişiyi kullanarak fotoğraflayıp kurguladığı bu kolajlar o kadar samimi gelmişti, onları o kadar sevmiştim ki, satın alamasam da ekranıma asarım deyip duvar kağıdı bile yapmıştım bir dönem.
Sinan’ın işlerinin yarattığı hissiyatı nasıl anlatabilirim diye düşünürken aklıma çok alem bir arkadaşım geldi. Daha iki hafta önce sanat sezonunun açılışı için gittiğimiz bir partide herkes havalı havalı durur, arkada elektronik müzik çalarken “Aslında kimse bu müziği istemiyor şu an, ben herkesin içini bilirim!” diyerek DJ’i zorla ikna etmiş, 90’lar Türkçe popu çaldırmayı başardığı gibi, o köşede havalı duran topluluğun dans etmek için sahneye koşarak dökülmesini sağlamıştı. Sinan’ın yarattığı etki de öyle işte diye düşündüm, buraların içini biliyor, dans etmek için kendini sahneye atasın, “Hah işte tam da buydum, buyuz!” diyesin geliyor.
DIŞARIDAN BAKMAK

.
Sinan “Buyuz” dedirten fotoğraflar çekip kurgular, Mabel Matiz’in Maya albümünün kliplerine ince düşünülmüş geleneksel motiflerle dokunur, Gaye Su Akyol için minibüs dünyasında dönen video klipler çekerken diğer yandan New York’ta yaşıyor. Bu nasıl oluyor da, sanki her gün buradaymışsın gibi sürekli bu kültüre, hem de detaylarına bu kadar hakim olarak odaklanıyorsun, diye soruyorum Sinan’a. Her gün burada yaşasam bu kadar yapmazdım herhalde, diyor. New York’ta yüksek lisansa başvuru yaparken başvuru mektubunda,”Oraya gelmek istiyorum çünkü, içinde bulunduğum kültüre, doğup büyüdüğüm yere bir de dışarıdan bakmak istiyorum,” diye yazmış. Bazen içindeyken göremediğin şeyleri görüyorsun dışarıdan, diyor. Güzel bir tesadüf olarak geçen hafta sonu 16. İstanbul Bienali’nin benim için ilk durağı olan Büyükada’da yazar ve aktivist James Baldwin’e adanan işlerden biri, James Baldwin’in İstanbul’daki zamanlarını kameraya alan bir kısa filmdi. Filmde çok beğendiğim bir konuşma yapan Baldwin, “İnsanın uzaktan bakınca daha net gördüğü kesin. Amerika’da olsam bu karşılaştırmaları yapamazdım,” diyor İstanbul’dayken yazdığı romanlarla ilgili. Ne derler bilirsiniz, “Great minds think alike.”
Sinan, İstanbul’a Amerika’dan bakıyor Baldwin’in tersine. Peki ya ne kadar aklında kalan, dışarıdan gördüğün, ne kadar bir nevi saha çalışması, gözlem içeriyor işlerin diyorum; garip zevklerim var benim diye cevaplıyor. Bu sergisinde bulunan düğün sarayında dans eden erkekleri gözlemlemek için bir sürü düğün sarayı gezmiş, düğün izlemiş. Gaye Su Akyol’un minibüste geçen “İstikrarlı Hayal Hakikattir” klibi için günlerce minibüslerde zaman geçirmiş, gün içinde birkaç tur Bağcılar’dan Güngören’e gidip gelmiş.
HALILAR VE ARABALAR
Olamadığım Adamlara Mahsustur sergisinde, halılar üzerinde hasar görmüş, sanki çaktırmadan bir yere çarpmış da eve gelmiş arabalar görüyorsunuz. Bu seri, tamamen benim hikayem, Doğu ve Batı arasındaki sıkışmışlığım, diye anlatıyor Sinan: “Bu arabaların fotoğrafların Mardin, New York, Lübnan, İstanbul gibi coğrafyalarda çektim. İşçi göçü, Almanya’ya giden Türk işçiler aklımdaydı çünkü bir şekilde kendimi onlara benzetiyorum; New York’a gidip geliyorum, ve halılar benim için bir eve dönüş. Orada çalışıyorum ama dönüp burada sergi açıyorum; “Bakın ben eve döndüm!” Bir yandan da Batı’ya gittiğinde senden bir büyük adam olma beklentisi var. Araba fikri bunların yanında bir erkeklik göstergesi. Hasarlı arabalar bana çok dramatik geliyor; bu serginin konusuyla da alakalı olarak ortada hasar görmüş bir erkeklik var. Halı da benim için mahrem bir dünya, annenin yanı… Dolayısıyla bu sergide ikisini birleştirdiğim hem bir gidip geri dönüş hem de mahrem bir hasarlılık hali var. Yaralarınla eve dönüyorsun gibi…”
Sinan’ın halıları hayatta en çok sevdiğim video kliplerden Mabel Matiz’in “Sarmaşık”ında da var. Mabel, halılar denizi içinde çıplak ayakla dolaşıp (çünkü eve, özel alana ayakkabıyla girilmez buralarda) kendi halısına yer arıyor; kendi halısında yatarken onun savunmasız iç dünyasını görüyoruz. Trafikte, park ederken durup dururken bana karışıp fikir belirten erk kişileri düşünüp belki de bu “beceriksiz kadın şoför”, “erkekler kaza yapmaz, kadın yapar” mitlerinin de kırıldığını düşünüyorum. Erkek adam kaza yapmış, utanmış, savunmasız kalmış, evine kaçmış. Çünkü herkes kaza yapar…
TERS BAK, RACON KES, LAF AT

.
Sergide hem saklı kişisel öğeler var, hem de her kolajda apaçık Sinan’ın kendisi… Sinan’ın “olamadığı” Sinanlar, arabalarının önünde racon kesiyor, mahallede takılıyor, futbol arkadaşlarıyla poz veriyor, asker yatakhanesinden kameraya bakıyorlar. Daha önceki sergisinde sanatçının kişisel hikayeleri okul sıralarındaki dönemlerinden birkaç parça ile bize ulaşmışken bu kez tamamen kendi üzerinden gidiyor sergi. Bunun gelişimini soruyorum: “Daha önceki sergilerde de hep hetero-normatif dünya; evlilik, sünnet, okul sırası gibi melodramlar, kadın-erkek temsilleri, rolleri üzerinde gidiyordum. Bu sergiyi buraya getiren nokta, aslında erkekliğin de kadınlık gibi bir performans biçimi, toplumsal kabul için yapılan bir performans olduğunu algılamamla başladı. Bu performansın da belli gereklilikleri var. Galiba bu gereklilikleri bilinçsizce yerine getirmeye çalıştığımı keşfetmemle başladı bu sergi ve orada kişisel bir hikayeye döndü. Bir dakika, aslında bu benim meselem ve bunları ben kendi üzerimden en iyi şekilde anlatabilirim… Erkek gibi tavır takınma durumunu filan ben de biliyorum; o zaman bu toplumu kendi üzerimden anlatabilirim dedim. Trans cinayetleri, kadına şiddet gibi birçok konuda resmin arkasındaki erkeklerden bahsediyoruz ama aslında bahsetmiyoruz. Erkeklikte ne oluyor? Erkekler bunu dile getirmeyi seçmiyorlar genel olarak, o yüzden bunu anlatmayı tercih ettim.”

.
Ters bakmalısın, gerektiğinde racon kesmelisin, laf atmalısın, öyle “karı gibi” durmamalısın, “erkek adamlık” bunu gerektirir diye düşünüyorum. Toplumdaki cinsiyet rolleri o kadar keskin ki, tepeden bakan, sahiplenen adam olmak da bir zorunluluk. Yok öyle bu rolü kabul etmemek… İki kadın bir erkek yürürken, Beyoğlu’nda mahalle raconcularının yanımızdaki erkeğe attıkları lafı ve racona raconla karşılık vermeyince arkadaşımızı yeterince erkek bulmadıklarından saldırdıklarını hatırlıyorum. Pınar Öğünç’ün “Asker Doğmayanlar” kitabını, asker doğmadığı için mahkeme mahkeme süründürülenleri, hapse atılanları… Bana hayatında erkek kardeşimden bir kere bile ayrı davranmamış babamın, kardeşime gayri ihtiyarı “Erkek adam böyle mi yapar?!” deyişini ve benim “Hayırdır, o zaman bu davranış bana mı yakıştırılacak?” diye sinirlenişimi… Veya en basitinden daha çocukken, aslında bu rollerin hiçbirinden haberimiz olmaması gerekirken, ilkokulda erkeklerle futbol oynamak istemiyor, kızlarla oynuyor diye sınıfın erkekleri tarafından dışlanan arkadaşımızı. Erkeklik performansı beklentisi her yerde, farklı seviyelerde; kendinden farklı görünenleri ve birbirini baskılamak için orada duruyor işte. Sinan Tuncay, bu sergisinde diğerinin aksine karakterleri bu kez minyatür yansıtmamış, büyütmüş yüzleri. Büyütmüş ki, yüz ifadelerini, bu erkeklerin o sert bakışların altındaki hassasiyetlerini, yalnızlıklarını, kendileri ile çekişmelerini, gururlarının altına sakladıkları kırılganlıklarını görelim. Aslında olamadığı değil, olmayı reddettiği adamların rollerini bize ilk elden sunmuş.

.
Erkektir, yapar. Karı gibi kırıtma. Ne zaman milli oldun? Karı tam bir kaşar. Çıkışa gel. Kadınsı olduğu için elverişli değildir. Şanındandır. Cenabet dolanma. Erkek Fatma.
“Çocukluğumda kağıt bebek gazetelerin verdiği, kız çocuklarının oynaması için olan, benim de gizli gizli oynadığım bir şeydi. Oradan çıktı fikrim; kağıt bebek zaten anlatmak istediğimi çok iyi anlatıyor: O sana biçilen, giydirilen roller, olman beklenen insan… Onların hepsinin üst üste geldiği bir alan olsun istedim. Otobiyografik bir özelliği de var çalışmamın. Hem benim hayatımda hem de aslında hepimizin hayatında bizi etkileyen roller, karakterler kilit kostümleri giyme çabası, kendi üzerimde görme isteği…” diyor serginin en heyecanlı, dileyen herkesin alıp eve götürebileceği kısımlarından biri olan kitap projesi, “Utanma Benden”i anlatırken Sinan. Sanatçı, bu projesinde toplumsal cinsiyet rollerine atfedilen kıyafetleri kesip kesip kendi “ideal” kağıt bebeklerinin üzerine giydirmemiz için size sunuyor. Her kıyafetin arkasında o kıyafetle özdeşleşen sözler, cümleler var. Öyle ki, o lafları size başkası mı söylüyor yoksa siz o kadar kanıksamışsınız ki, o kıyafeti giydiğinizde artık o lafla beraber giydiğinizi mi hissediyorsunuz bilmiyorsunuz. Anlıyorsunuz ki bu algıların hepsi iç içe…
Kitap ile beraber bir multimedya projesi de var. Yine iki “ideal” poz ile aylarca farklı kıyafetleri, kostümleri giyip çıkararak videodaki “kağıt bebekler” için pozlar vermiş sanatçı. İki poz var, çünkü her şey dönüp dolaşıp bir ikilikte sıkışıyor: Kadın-erkek, Doğu-Batı, siyah-beyaz…
İSTİKRARLI HAYAL HAKİKATTİR

.
Hayatta suyun akıp yolunu bulduğuna; hayatını içinden gelen sese, tesadüfe bırakıp hayal edebileceğinden daha iyi yerlere ulaşacağına inananlardanım. “İstikrarlı Hayal Hakikattir” şarkı sözünü kullandığım kaçıncı yazım bilmiyorum. Benim için şahane bir tesadüfle bu şarkının video klibini çeken Sinan Tuncay, bu lafın en güzel örneklerinden. İlk kez birkaç yıl önce sanatçı konuşmasında duyduğum bir hikayesini o zamandan beri birçok kişiye “Böyle deli bir insan var ve başına harika şeyler gelmiş,” diye anlatmıştım. Yetmedi, Sinan’a tanıştığımızda tekrar anlattırdım. Sinan’ın farklı röportajlarında da olduğu için çok kısa geçeceğim hikayede, Sinan, ailesi ile Rumeli Hisarı’na Sezen Aksu’nun Kanlıca’daki yalısının karşısına taşınıyor. Bir süre sonra evin içi ile ilgili derin bir merak (ya da saplantı!?) geliştiriyor. Dürbünlerle bakarak, vapurla evin önünden geçip evi defalarca izleyerek üç sene boyunca evi gözetleyip mekânsal algısını oluşturuyor ve evin içinin maketini yapıp fotoğraflıyor. Uzun maceranın kısası, Sinan’ın bana sapık diyecekler, diye ailesine bile göstermeye başta çekindiği maketi sonunda Sezen Aksu da bir şekilde görüyor ve Sinan’a ödüller kazandıran Sezen Aksu’nun “Vay” klibi, işte bu üniversite öğrencisinin kendi kendine hayaller kurarak yaptığı maket ile çekiliyor. Başına gelen bu olay, algılarını değiştirmiş Sinan’ın. “Derler ya istedikten sonra her şeyi yapabilirsin, ona inandım,” diyor.
Başa gelen beklenmedik mucizelerin sıkı bir inançlısı olarak, işlerini takip etmeye devam ettiğim Sinan’ın kişisel izlerini Mabel Matiz’in “A Canım” klibinde (Duvara asılı Sezen Aksu fotoğrafı!) zevkle fark etmiştim. Bu parlak çocuğun ileride birçok heyecanlandırıcı izini görmek dileğiyle a canım!
Sinan Tuncay’ın Olamadığım Adamlara Mahsustur sergisi, 5 Ekim’e kadar Çukurcuma C.A.M. Gallery’de devam ediyor. Sergide sürprizli son da var! Mutlaka görün…
Sabancı Üniversitesi Toplumsal ve Siyasal Bilimler bölümünden mezun oldu. Atina Üniversitesi’nde Güneydoğu Avrupa Çalışmaları, London School of Economics and Political Science’ta Uyuşmazlık Analizi-Karşılaştırmalı Politika yüksek lisansları yaptı. Bugüne kadar hurriyet.com.tr, The Magger, Artisans, Art50 gibi yayınlara kültür-sanat yazıları ile katkıda bulundu. Halen İstanbul Üniversitesi Kültürel Miras ve Turizm bölümüne devam etmekte ve özel sektörde Kamu İlişkileri alanında çalışmaktadır.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Muz
Bu haftanın gündemini süsleyen Maurizio Catellan’ın Art Basel Miami’de duvara yapıştırdığı 120 bin dolarlık muz, 12 milyon dolara çürüyen köpek balığının satıldığı dünyada, fındık fıstık. Fuarda muzun üç edisyonu satıldı, ikisi 120 bin dolara, üçüncüsü 150 bin dolara...
Düşüyoruz ama nereye?
Aykut Öz, Galeri Bu’da devam eden “Güneşin Sustuğu Yer” sergisinde, heykel, resim, video, stop motion ve mekâna özgü yerleştirmelerinden oluşan kapsamlı seçki ve zengin bir alt okuma ile cehennem imgesini sanat tarihi, gündelik hayat, felsefe ve bellek bağlamlarında masaya yatırıyor. Madem yaşamak durumunda kaldık, bari başka taraftan da bakmayı bilelim diyerek mizahi bir anlatımla bize kendi cehennemimizi anlatıyor.
Bırak kaçsın, dolansın keçiler
Türkiye Yazar Dayanışma Derneği ve Galeri Mod çeşitli disiplinlerden 21 sanatçının Türk ve dünya edebiyatından şiir, öykü, roman ya da diğer özgün metinlerden ilhamla ortaya koydukları resim, heykel ve fotoğraf çalışmalarını Esin Keçisi sergisinde buluşturdu. Bu sergide yer alan cesurlara, esin keçilerinin kimliklerini sordum. Okuyalım, esinlenelim, cesaretlenelim!
Aynı kubbenin altında
Ahmet Rüstem Ekici, sergisinde bizimle hetero-normatif dünyanın dışındaki hamam kültüründeki gerçek gözlemlerini, kişiler, semboller, dinlediği hikayeler üzerinden paylaşırken, hamamın yüzyıllar boyu devam eden hikayesine de çağdaş bir halka ekliyor.
İzmir’de ne yapsak? İzmir’i ne yapsak?
Kültür-sanat konusunda tozlanmış İzmir, kültürel ve tarihi değerlerini canlandırmak üzere Kemeraltı’ndan başlayıp Basmane ve Kadifekale’ye uzanan planlar içinde. Şehrin merkezinde kültürel miras arıyor, bu şehrin hikayesini merak ediyorsanız, işaretleri beraber takip edelim...
Neye bakıyorsak onu görmenin ayrıcalığı
Altan Gürman, insan özgürlüğünü ve sanatın hayatla ilişkisini; hazır, tanıdık malzemeler kullanarak dekupaj, montaj, baskı, kesme ve yapıştırma gibi farklı tekniklerle sorguluyor. Sanatın daha az kutsal ve yaşama daha yakın olması gerektiğini savunuyor. Onu “Fransız” bulsalar dahi, o, aslında güncel ve gerçek meselelerle uğraşıyor.
Fakirlerin gözü sanata değmesin
İster simit sat ister kurumsal şirkette çalış ister sanatçı ol, seni kollayacak birilerinin olması lazım işine devam edebilmen için. Diğer yandan network edinmek dediğin konseptte, aslında konfor alanından çıkıp kendini hiç tanımadığın sulara atıp yeni tanıdıklar da edinirsin ki, çevren genişlesin. İşte tam burada bizim sanat piyasasında bir yanlış anlaşılma olduğu kesin...
Yelken, form, fonksiyon ve genç bir tasarımcı
Yaptığınız herhangi bir şeyi sadeleştirmenin, yazdığınız uzun bir yazıyı kısaltmanın, daha sade ve net bir dille bir şey anlatmanın ne kadar zor olduğunu düşünün... Bunların farkında olarak estetik, yalın, fonksiyonel, bir de üstüne ulaşılabilir bir tasarımla karşılaştığımda heyecanlanıyorum. İşte Hüner’le tanışmamız böyle oldu...
Rüyalardan çıkan bir kadın sürrealist: Oppenheim
Meret Oppenheim, sanat dünyasında kadınların sadece metres ya da ilham perisi olarak yer alabildiği bir dönemde, kendine bir sanatçı olarak yer edinmeyi amaçlar ve başarır. Sürrealizmin konu ettiği fantezileri, kadınların alınmadığı o dünyanın kapılarından tam da bu fantezileri kullanarak ama onlara zekice, tam tersinden yorumlayarak girer ve tabuları yıkar.
Dünya harikası, insan dehası: Capitolini Müzesi
Musei Capitolini, basit tabirle, insanda “Roma’da Roma’ymış hani!” hissiyatı yaratıyor. Vatikan ile de ilgili aynı şeyleri düşünürüm; boyut olarak o kadar büyük ve sanatsal olarak o kadar görkemli heykelleri ve resimleri hele 17. yüzyılda sıradan bir insanın karşısına koyarsan, insan o yüceliğin altında kedi-köpek boyutunda kaldığı boyut ve sanat aklını aştığı için o dinin de o devletin de kulu kölesi olur.
Japonya’nın fena çocukları: Chim↑Pom
Sanatorium’da devam eden karma sergi Fragments of a Hologram Rose’un katılımcılarından biri, bizim için ne mutlu ki, dünyada aktivist, şoke edici, rahatsızlık veren, aktivist, tartışmalar yaratan işleri ile sanat kolektifi Chim↑Pom. Sergideki işlerinden yola çıkıp Chim↑Pom’un kaotik dünyasına bir kafa uzatıyoruz...
Bu bir müze değildir!
Meşhur anlaşılmayanlardan René Magritte’e adanmış müzede, sanatçının resimlerini, imgelerini anlamakla ilgili problemlerinizi gidermeniz garanti olsa da, sanatçının size düşündürmek istediklerini kavrayınca da hayatı anlamakla ilgili problemleriniz büyüyebilir... Toplanın, Brüksel’e gidiyoruz!
Bir elma kaç ok kaldırabilir?
Serkan Yüksel’in gittikçe güçlenen anlatımı ile altıncı kişisel sergisi, “Sert Bir Rüzgar Dolaşıyordu Meydanı” anlattığı hikayelerle sizi o meydanın ortasına götürüp rüzgarlar arasında bırakmaya kararlı. Hikayeleri kadar plastik değer anlamında da çok kuvvetli olan, memnun ayrılmanızın kesin olduğu sergi, 15 Haziran’a kadar x-ist’in yeni adresi Karaköy Juma’da.