YAZARLAR

Kuran kurslarını lağvetmek çözüm mü?

Sapla samanı birbirine karıştırmamak adına hukuki bir vaka olan Kuran kurslarındaki cinsel istismar meselesiyle toplumsal bir ihtiyacı karşılayan kurslar ve cemaatlerin varlığı meselesinin birbirinden ayrı tartışılması gerektiği açık. Bir başka ifadeyle sorun, “Kuran kursları kapatılsın” ya da “Buraları finanse eden dernekler lağvedilsin” naifliğiyle çözülecek basitlikte değil.

15 Temmuz darbe girişiminin ardından oldukça spontane bir şekilde hayatımıza giren ve bu meşum vakanın izdüşümü üzerinden ele alınan cemaatler meselesi, son dönemde Kuran kurslarında yaşanan cinsel istismar olayları ile yeniden gündemimizde. Ve öyle görünüyor ki Kuran kursları meselesi acil önlem alınmadığı taktirde hiç bitmeyecek sorunlar silsilesinin bir halkası olarak daima kalacak ve gündemimizi daima meşgul edecek.

Ergenlik döneminin büyük bir bölümünü Kuran kursunda geçirmiş ancak dini öğrenimini daha üst aşamalara taşımak yerine devletin seküler okullarına yönelmeyi tercih etmiş biri olarak bu kez meselenin toplumun farklı kesimlerince daha aklı başında ve sağduyulu bir şekilde ele alınmasını ümit etme hakkına sahip olduğumuzu düşünüyorum.

İsmail Saymaz’ın yazdığı Şehvetiye Tarikatı kitabının ardından meselenin yoğun olarak tartışıldığı bir süreçte Fıkıh-Der’de yaşanan cinsel istismar iddialarının gündeme gelmesi, cemaatler ve kurslar meselesinin çok daha ciddi şekilde ele alınmasının aciliyetini vurgularken aslında meselenin mütedeyyin kanaat önderlerinin iddia ettiği gibi tekil bir olay olmadığı gerçeğini bir kez daha ortaya koymuş oldu. (Olayın gerçekliğini zayıflatmaktan çok hukuki nedenlerle yüzleşmemek adına “iddia” ifadesini kullandığımı belirtmeliyim).

Birilerinin eline koz vermekten kaçınmak için mütedeyyin kesimin meseleye hâlâ “kol kırılır yen içinde kalır” veyahut münferit vaka şeklinde bakmaktaki ısrarı anlaşılabilir gibi değil. Büyük bir etkileşim içerisinde birbirini bütünleyen bir organizma olarak görme eğiliminde olduğum ve bu yüzden keskin kategorilere ayrılmayacağını düşündüğüm toplum anlayışımla çelişmemek için ayrıştırıcı nitelemeler kullanmama çabası içinde olunmalı. Bu açıdan baktığımızda aslında toplumda bizler ve onlar şeklinde ayrıştırılabilecek bir kategorileştirme hali olduğu hayli iddialı bir varsayımdan öteye geçemiyor. Ancak mütedeyyin ve seküler adlandırması bir yaşam tarzını seçmiş kesimleri anlatmada kolaylık sağlaması nedeniyle kullanmaya mecbur kaldığımız bir adlandırma. Aksi halde aynı aile içerisinde başörtülü ve başörtüsüzlerin olması, akraba içerisinde siyasi görüş farklılıklarını bir yere oturtmak mümkün olmayacak. Meselenin sınıfsal boyutu ise başka bir mesele….

Yeniden konumuza dönecek olursak, seküler elitlerin meseleye çok sağlıklı bakamadığını ve özellikle sosyal medyada meselenin gündeme getiriliş biçiminin büyük ölçüde infial zemininde geliştiğini görmemek imkansız. Bu, seküler kesimin infiale kapılmada haksız oldukları anlamına gelmiyor, çünkü geçmişte gerek Ensar Vakfı çevresinde gerekse Fıkıh-Der’de yaşananların yanında devlet yetkililerin sergilediği vurdumduymazlığa sinirlenmemek, dindar kesimin olayı sümenaltı etmesine karşı isyan etmemek mümkün değil.. Sosyal medyada ya da farklı mecralarda toplumun en zayıf ve en mağdur kesimleri olan kadın ve çocuklara yapılanlara tepki konulması, toplumsal vicdanın halen sağlıklı bir şekilde çalıştığını gösteriyor. Bu ayrı bir konu.

Meselenin sağlıklı olmayan boyutu ise belirli bir bilinç düzeyini temsil ettiğine inandığımız, toplumun nabzını tutabilecek birikime sahip elitlerin meseleye yaklaşımındaki yetersizlikleri. Bu kesim içerisindeki bazıları, kanayan bir yaraya dönüşmüş bu meseleyi salt sekürlerlik-dindarlık veyahut dindarlık-çağdaşlaşma ikileminde ele alırken diğer bazılarının ise geri kalmışlık, yeterince modernleşememe ya da daha radikal bir modernleşme ihtiyacı bağlamında ele alıyor olmasıdır. Meselenin elbette kısmen modernleşme-geleneksellik tartışmalarıyla ilgisi bulunmakla birlikte toplumun din eğitimiyle ilgili ihtiyaçlarına reaksiyoner bir tavır almanın beraberinde getirdiği olumsuzlukların ne tür bir travmaya yol açtığı da görmezden geliniyor.

Sapla samanı birbirine karıştırmamak adına hukuki bir vaka olan Kuran kurslarındaki cinsel istismar meselesiyle toplumsal bir ihtiyacı karşılayan kurslar ve cemaatlerin varlığı meselesinin birbirinden ayrı tartışılması gerektiği açık. Bir başka ifadeyle sorun, “Kuran kursları kapatılsın” ya da “Buraları finanse eden dernekler lağvedilsin” naifliğiyle çözülecek basitlikte değil.

Nedeni de şu: Cinsel istismar meselesi devleti yönetenlerin acilen müdahale etmesi gereken hukuki bir vaka iken cemaat ve kuran kurslarının varlığı, kökenleri ve çıkış nedenleri üzerine derinlemesine düşünülmesi gereken toplumsal bir mesele. Dolayısıyla ilki bütünüyle güvenlik sorunu ve hukuk bağlamında ele alınacak acilen müdahale edilmesi gereken bir konu, ikincisi ise daha çok sosyolojik bakış açısının uzun soluklu analiz ve çözüm önerileri bağlamında iğneyle kuyu kazar gibi ele alınması gereken “ince bir mesele.”

Cemaatler, varlıklarını büyük ölçüde radikal modernleşmeci Kemalist çizginin ihmal ettiği din eğitimi eksikliğinin yarattığı boşluğa borçludur. Bu noktaya itiraz edenlerin Osmanlı’da neden cemaatlerin bulunmadığının nedenlerini araştırmaları gerekiyor. Osmanlıdaki tarikat yapılanmalarını örnek gösterilmesi, tarikatların cemaatlerden bambaşka bir toplumsal gerçekliğe sahip olduğunu görmek istemeyen bakış açısından kaynaklanan bir yanılsama.

Elbette Osmanlı'nın özellikle son dönemlerinde dini yaşantıda ve bunun uzantısı bazı kurumlarda yozlaşmanın oldukça derinleştiği bir gerçek. Elbette yozlaşmaya karşı gerektiğinde siyasal ve bürokratik müdahale aygıtları üzerinden bir takım acil cerrahi müdahaleler yapılabilir ancak bu müdahalenin toplumun DNA yapısını değiştirecek bir genetik mühendisliğine dönüşmemesi, güvenlik ve hukuka tehdit teşkil ettiği alanlar dışında toplumsal dönüşümün kendi doğal mecrasına bırakılmasının elzem olduğu tarihsel vakalarla sabit.

Nitekim şu an yüzleştiğimiz toplumsal acıların bir kısmını Cumhuriyetin kuruluş aşamasında zuhur eden radikal modenleşmeci paradigma nedeniyle deneyimlediğimiz aşikar. Kürt sorunundan Alevi sorununa, dindar yaşam biçiminin yok sayılmasından sol hareketin tasfiyesine kadar yaşananları bu minvalde görmek mümkün. Kuran kursları ve cemaatler, bu ani toplumsal değişim momentinden kaynaklanan sorunların bir ürünü. Ancak cinsel istismar meselesinin Kemalizme ya da Kemalistlere yıkılmasının kabul edilebilir hiçbir yanı yok. Meselenin bu boyutu ise mütedeyyin kitlenin yüzleşmesi gereken bir sorun. Devletin yatılı okullarında buna benzer olaylar ya hiç yaşanmaz ya da nadiren yaşanırken çeşitli cemaat ve tarikatlara bağlı Kuran kursları ve medreselerde sıkça yaşanıyor olması, sistemin dindarlar üzerinde kurduğu baskıdan değil, cemaatlerin ve mütedeyyin kesim içerisindeki bazı yapıların cinsellik vs. gibi hassas konulara sorunlu yaklaşımında yatıyor.

Kaldı ki tek parti dönemini bir kenara koyarsak, gerek 12 Eylül döneminde gerekse sonrasında Türkiye’de siyasi rejim, dindar kesime her zaman büyük bir tolerans ve hoşgörüyle yaklaştı. Bu tolerans ve hoşgörü olmasaydı, cemaatler hastaneleri, dersaneleri, yurtları ve farklı kurumlarıyla bu kadar devasa bir yapı haline gelirler miydi? O dönemde ABD’nin yeşil kuşak teorisinin dayattığı siyasal konjonktür, siyasal mücadeleyi öngörme gibi bir eğilim taşımayan ılımlı dindar yapıların ABD’yi tehdit eden komünist ve sosyalist hareketlere karşı konsolide edilmesini öngörüyordu. Bir diğer boyut ise ABD’ye karşı İslam dünyasında oluşan haklı tepkiyi farklı bir siyasal iklime tahvil eden İran İslam Devrimi’nin cazibe merkezi haline gelmemesinin ABD için hayati öneme sahip olmasıydı. Mezhep ayrılığı ve devlete bağlılık, o yıllarda İslam Devrimi'ne karşı kullanılan bir silaha dönüştü. Bu noktada da ılımlı dini gruplar devreye girdi ki bunların başında Gülen Cemaati geliyordu.

90’lı ve 2000’li yıllarda ise dindarlara 28 Şubat ve öncesi dönemlerde özellikle dini eğitim alanında baskı yapıldığı ve Kuran kurslarında yaşanan cinsel istismar vakalarının arkasında, baskılar nedeniyle içe kapanan dindar kesimin merdiven altı ve korsan kurumlar inşa etmeye yöneldikleri iddiası, gerçeğin örtbas edilmesinden başka bir şey değil. Mütedeyyin kitlenin yaşadıkları bütün sorunlar nedeniyle diğer kesimleri suçlaması açık bir sorumluluktan kaçıştır.

Dindar kitlenin en azından bir kısmının kültürel/dini, sosyolojik ve eğitim alanında öne çıkan sorunların büyük bölümü, şu ana kadar üzerinde ciddi kafa yorulmamış, rehabilite edilmeyi bekleyen sorunlar. Ötekileştirici bakış açısı ve bunun eğitim sistemine doğrudan etkisi, özeleştiri mekanizması geliştirememeleri, sorunların kökenine inememeleri, bu kurumların dine hizmet ettikleri varsayımından hareketle kendilerini otomatikman doğru yolda varsaymaları ve sorunları kendilerine yakıştırmamaları, sosyal bilimlerden yeterince yararlanamayan bilim, kültür-sanat gibi din dışı alanlara ilgi eksikliği en bariz sorunlar olarak öne çıkmakta.

Öte yandan cemaatlerin, hayatın beraberinde getirdiği sorunlar karşısında çaresiz kalan modern birey için bir sığınak haline geldiğini ıskalamamak önemli. Bu yüzden meseleye ölçülü yaklaşmak, cemaatlerin doldurduğu toplumsal boşluğu doğru analiz ederken modern dünyanın getirdiği huzursuzlukları sağaltmak, dini süreç içerisinde yok olacak bir toplumsal olgu olarak gören pozitivist algıdan kurtulmak, cemaatlerin sağlıksız bir şekilde doldurduğu boşluğu daha sağlıklı bir perspektife oturtmak şu an için en temel ihtiyacımız olarak görünüyor.


İslam Özkan Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe Selam gazetesinde başladı. Bir dönem kitap yayıncılığı alanında faaliyet gösterdi. Ardından Filistinhaber, Time Türk, Dünya Bülteni, Birleşik Basın gibi internet sitelerinde editörlük, TRT Arapça, Kanal On4, Kudüs TV gibi televizyonlarda haber müdürlüğü ve TV 5'te program moderatörlüğü, bazı Arap televizyon kanallarının Türkiye temsilciliğini yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Sosyoloji ve Antropolojisi'nde doktora eğitimini sürdürmektedir.