YAZARLAR

Eşitsizlik nasıl sürdürülebilir?

Kime sorulsa, açıkça karşı olduğunu söyleyeceği eşitsizliğin, aslında dört elle sarıldığımız imtiyazlarla sürdürüldüğünü bilmeliyiz. Diğer yandan çoğumuz için kabul edilebilir sınırların içindeki eşitliğin de totaliter, dışlayıcı aynılığa denk geldiğini, dolayısıyla düşünüldüğü kadar kıymetli olmadığını da bilmeliyiz.

Dünyada eşitsizlik bu kadar yaygınlaşmış, derinleşmiş, kanıksanmışken ve hemen herkes eşitsizliğe kendi perspektifinden karşıyken, eşitsizliğin nasıl sürdürülebileceği sorusuna kafa yormak, gayri akli göründüğü kadar gayri ahlaki de görünüyor olsa gerek. Ama bu sorunun tam da eşitsizliğin bu denli yaygın, derin ve kanıksanmış olması nedeniyle kapsamlı bir tartışmayı mümkün kılacak biçimde yeniden yeniden sorulması gerektiğini düşünüyorum. Neden eşitsizliğin sürdürülmesi kendileri için hayat memat meselesi olan azınlıklardan ziyade, çoğu kez yaşamlarına kast eden eşitsizliği ortadan kaldırmak isteyenler ardına düşmeli bu sorunun, eşitsizliğin nasıl sürdürülebileceği sorusu neden eşitsizlikten muzdarip olanlar için açık açık ve sürekli olarak yanıtlanması gereken bir soru? Öte yandan eşitsizlik gerçekten de ortadan kaldırılabilir mi yahut eşitlik isteyenler ne istediklerini biliyorlar mı, başkasına eşitlenmek insanın gerçekten de isteyebileceği bir hal mi?

Var olanların tikel olması eşitliği olanaksız kılıyor, hatta bu, “saf” zihinsel inşalar için (örneğin sayılar, cebirsel ifadeler) bile böyledir. Şeyleri birbirlerinin aynı kabul etmekle onları birbirine denk kabul etmenin ötesine geçmeyiz. Yani aynı renkte, aynı ölçülerde, aynı makineyle yapılmış, malzemeleri aynı iki gömlek gerçekte aynı değildirler, onları birbirlerinin aynı kabul etmekle aslında birbirlerinin dengi kabul ederiz. Peki, ama iki şeyi neden denk sayarız? Daha açık hale gelmesi için biraz daha çeldirici bir örnekle yineleyeyim soruyu: Yüzde 98’ini Müslüman kabul ettiğimiz Türkiye toplumunun kendilerine Müslüman diyen mensuplarının tamamını neden birbirlerinin aynı kabul ediyoruz? Bunun gibi Türkler, İngilizler Türk ya da İngiliz olmak bakımından neden birbirlerinin aynı olsunlar? Kriterler aslında uzlaşıyı pek de mümkün kılacak gibi değildir. Örneğin sadece anadili Türkçe olanların Türk sayılmasına itiraz edilecektir, Türk soyundan gelmek de, Türkçe konuşmak da bir insanı bir başkasına Türk olmak bakımından denk saymamıza yeter mi? Tartışmayı en formel zemine taşımak için soruyu bir kez de şöyle sorayım: Tek başlarına 2 ile 2=2 ifadeleri arasındaki fark nedir, ayrıca 2=1+1 eşitliğinin iki tarafı aynı mıdır? Bir şeyi kendinin aynı kabul etmesek, o şeyi bilmemiz mümkün olamayacağından, kendine özdeşlik (ki başka türlüsü olanaklı değildir) ilk “eşitliği” meşru kılar. İkinci “eşitlikte” ise taraflar açıkça aynı değildirler. Tarafları aynı kabul etmemizi sağlayan, bir üçüncü tarafı zımnen varsaymamızdır. Bu üçüncü taraf, tarafları kendisine indirgediğimiz üzerinde uzlaşıya varılmış bir zihinsel inşadır. Nitekim matematikte eşitliği oluşturan tarafların gerçekte “değerlerinin” birbirlerine eşit olduğu kabul edilir.

Sorun çözme zaruretinin ürünü olarak ortaya çıkan “değer” kategorisinin zihinsel bir inşa olması, onu keyfi ya da tesadüfî kılar mı peki? Örneğin 2 metre perdenin boyunu 2 metre pencerenin boyuna “eşit” kabul etmemizi mümkün kılan metre, bildiğimiz uzunluğunun neden iki katı değildir? Söz konusu uzunluğa metre denmesi, tümüyle tesadüfe ya da bu işi yapanların keyfine bağlı olmasa gerek. Değer denilen uzlaşıya yol açan koşullar, kurumlar, yapılar eşitliği kuran başlıca etkenler olmuş oluyor o halde. Bu bakış açısından, başlangıçta Müslüman sayıp geriye kalanlarla bu bakımdan aynı kabul ettiğimiz kişiyi, yeri geldiğinde aforoz etmemizi sağlayan ya da birini Türklüğe ihanetle suçlamamıza, hatta bu nedenle o kişinin canına kıymamıza yol açan eşitliği kurmamızı sağlayan zihinsel inşalardır; sayılar için nicel olanı tesis eden kendine özdeş 1, Türkler için Türklük, Müslümanlar için Müslümanlık. Söz konusu zihinsel inşaların tarihselliği, tesadüfîlikten ve keyfilikten uzak olmaları, uzlaşımsal olmalarına halel getirmez. Yani genellikle ölçmeye çalıştığımız nesnelerin uzunlukları aşağı yukarı metre uzunluğunda bir ölçü birimini gerektirir, ancak bu pekâlâ bugün 90 santim olarak bildiğimiz kadar da uzun olabilirdi. Bununla birlikte çoğunlukla uzunluklarını ölçmeye çalıştıklarımızın boylarını beş metre boyundaki bir uzunluk birimiyle büyük zahmetlere katlanmadan ölçemezdik. Özetle eşitliği kuran zihinsel inşa (değer) üzerinde sağlanan uzlaşının keyfi veya tesadüfî olması son derece istisnaidir, her ne kadar uzlaşının kendisi kategorik olarak keyfî, dolayısıyla tesadüfîymiş gibi görünse de.

Toplumsal-tarihsel zaruretler, üzerinde uzlaşmamız gerekeni hızla keşfettirir bize. Şeyleri birbirlerinin aynı kabul etmek zorunda olduğumuz her seferinde, bunu mümkün kılan değer üzerinde vardığımız uzlaşının ne düzeyde tarihsel-toplumsal koşullara tabi olduğu, eşitliğin ne düzeyde keyfi olduğunu belirler. Örneğin Türklüğe dâhil olmanın (diğer Türklere denk olmanın) kriterini soy, anadil, dil ya da vatandaşlık bağı olarak belirlememiz, söz konusu eşitliği ne amaçla tesis etmek istediğimiz kadar, bu amacı olanaklı kılacak koşulların mevcut olup olmamasına da bağlıdır. Dolayısıyla toplumun mensuplarını Türkler ve Müslümanlar olarak birbirlerine eşitlememizi sağlayan değerler olarak Türklük ve Müslümanlık tarihsel-toplumsal birer uzlaşı. Bir uzlaşı baskın bir biçimde rızayla sağlanabileceği gibi, baskın bir biçimde zorla da tesis edilebilir. Yani eşitliği kuran değerler, toplumları sürekli kılan rıza-zor ilişkilerinin koşulladığı uzlaşılara dayanırlar.

Toplumsal yeniden üretimin neredeyse evrensel olarak azınlıkların iktidarını sürekli kılmaya dönük olduğu kabul edilirse, eşitlik tesis edici değerlerin esasen eşitlik içermeyen bu iktidar yapısını sürekli kılmak üzere biçimlendirildiği görülür. Yani Türklüğün soy, dil ya da vatandaşlık bağı esas alınarak kurulması, bunun toplumsal yeniden üretimi sürekli kılacak azınlık iktidarının ne ölçüde menfaatine olduğuna bağlıdır. O halde eşitlik, genel olarak azınlık iktidarını sürekli kılacak aynılığın tesis edilmesi için istenmektedir. Üstelik bu tür bir aynılık tekleştirici ve dışlayıcıdır. Örneğin söz konusu Türklük kurgusuna göre Türk, Hıristiyan olamaz. Sonuç olarak bu eşitlik arzusu, eşitsizliğin totaliter bir peçe altına saklanmasından ibarettir. Azınlık iktidarı, hiç de mesnetsiz olmayan eşitlik arzusunu, böyle dışlayıcı eşitlik hiyerarşileri oluşturarak bastırır. Toplum bir imtiyazlılar şebekesi olur. Eşitlik arzusu ise neredeyse herkesin rızasıyla imtiyazlı bir yapının unsurları arası denkliğin sağlanması arzusuna dönüşür. Kendileri birer eşitsizlik kaynağı olarak görülmeyen imtiyazların, “doğal” bir yeteneğe sahip olunması, mensup olunan bir örgütten (aileden, meslek birliğinden, bir ustadan, dinden, tarikattan, milletten vb.) devralınmış olunması, büyük çilelerle edinilmiş meziyetler yahut benin (nefsin) biricikliğine ikna olunması nedeniyle kazanıldıklarına inanılır. İmtiyazların kendiliğinden süreçlerin ürünü olduğu düşüncesi eşitlik arzusunun imtiyazları aşındırmaya yönelmek suretiyle radikalleşmesini önler.

Şeylerin kendiliğinden eşit olamaması eşitlik arzusunun kaynağıdır. Bu arzu azınlık iktidarını sürekli kılan dışlayıcı aynılaştırma biçimini de alabilir (Türklük, Müslümanlık), yine aslında bu biçimden beslenme ve büyük çoğunlukla onun tarafından belirlenmekle birlikte basitleştirici, pratik çözümler üretmek üzere eşitlikler oluşturulması biçimini de alabilir (uzunlukları metrik sistemle ifade etmek gibi). Her halükarda eşitsizlik, bilhassa da benin biricikliğine yaslanılarak toplumun imtiyaz alanlarına ayrıştırılmasıyla sürdürülür. İspata ve kapsamlı tartışmalara muhtaç olsa da insanlık tarihinde imtiyazların çokluk lehine zamanla aşındırıldığı, başka bir deyişle toplumların demokratikleşme eğilimi içinde olduğu iddia edilebilir. Daha dar toplum kesimleri için aynılaştırıcı, dışlayıcı kriterlerin (değerlerin) tesis ettiği imtiyazlar zamanla geniş toplum kesimlerine mal olmuştur.

Kendiliğinden, tabiat yasası cinsinden imtiyaz (eşitsizlik) yaratıcı kriterler zamanla yerlerini imtiyaz oyununa tüm toplum kesimlerini dâhil eden daha karmaşık kriterlere bırakmıştır. Örneğin kapitalizm öncesinde imtiyazlı olmanın en kestirme yolu bir soya mensup olmak, dolayısıyla da onun sahibi olduğu servete sahip olmak iken, kapitalizm sonrası soy şartı ortadan kalkmışa benziyor. Böylece imtiyaz daha demokratik, tabana yayılan bir imtiyaza dönüşmüş, meşruiyeti artmıştır, çünkü servet edinebilecek kadar “becerikli, çalışkan” herkes hakkı olanı alacaktır. Bu yolla kurulan imtiyaz şebekesi de ilahi bir mimari gibi kavranmaya başlanır. 20'nci yüzyılın son yarısında servetin yanına benlik tesisini mümkün kılan tüketim kalıpları da eklenmiş durumda (üretimin zahmeti, tüketimin tercih edilmesinin nedeni, böylelikle imtiyaz şebekeleri tüketme kabiliyetine sahip herkes için mümkün olabilir). Bu sonuncusu imtiyazlı olma sanrısı yaratan, esnek, her duruma uyarlanabilir, yeniden biçimlendirilebilir, icabında terk edilebilir, meşruiyeti neredeyse sorgulanmayan imtiyazlar yaratma üstünlüğüne sahiptir. Sonunda, bir konseri en ön sıradan izleme, az sayıda insanın yemek yiyebildiği bir lokantadan yemek yeme, az sayıda insanın sahip olabildiği bir otomobili kullanma, saç tıraşının kişiye has olması, kimsenin giyinmediği gibi giyinme, nadide yiyecekleri yeme, istisnai teknolojiler kullanma, nadide objelere sahip olma gibi maddi karşılıkları olan, neredeyse tamamı tüketime odaklı ve benin biricikliğine yapılan yatırım olarak görülebilecek sanrıdan ibaret imtiyazların oluşturduğu, yedi milyar insanı eşitsizliğe (peşinde oldukları imtiyazların haklılığına) ikna edecek, esasında onlar için tasarlanmış bir imtiyazlar şebekesi çıkmıştır ortaya. Bu yatay şebeke, tüketmeden önce sahip olmanın belirleyici olduğu toplumu teşkil eden hiyerarşik imtiyazlar şebekesine dâhildir. Dolayısıyla esasen tehlikeli bir biçimde imtiyazlar olarak tezahür eden eşitsizliklerin dünya çapında sürdürülmesi sıradan insanı (yani geleceği üzerinde söz sahibi olamayanların) tüketime dayalı, yapay imtiyaz havuzunun içinde tutmakla mümkün olacaktır. Yani kapitalistler, onların ajanları hükümetler önce suyu zehirleyecek, sonra insanlara bütçelerine göre farklı düzeylerde zehir içeren sulardan içme imtiyazı bahşedecekler. Havayı kirletip orman içinde evi olma imtiyazı satacaklar. Altı ayda değil de iki yılda eskiyen telefonu olma imtiyazına sahip kılacaklar insan kardeşlerini. Uçan ya da sürücüsüz otomobil yapacaklar ama başta imtiyazlılar kullanacak. Kansere çare bulacaklar ama imtiyazlılar satın alabilecek. Az sayıda genç milyonlarca insandan tırtıkladıkları kuruşlarla (abonelik usulü çalışan eğlence tekellerinin taşeronu sosyal medya, sinema, dizi, futbol, edebiyat, spor, gösteri alanının ünlüleri) daha imtiyazlı bir yaşama özendirilecek, kendilerini ve insan kardeşlerini yeterince aşağılayabilirlerse istedikleri her şeye sahip olabilecekleri düşüncesine sevk edilecekler.

Kime sorulsa, açıkça karşı olduğunu söyleyeceği eşitsizliğin, aslında dört elle sarıldığımız imtiyazlarla sürdürüldüğünü bilmeliyiz. Diğer yandan çoğumuz için kabul edilebilir sınırların içindeki eşitliğin de totaliter, dışlayıcı aynılığa denk geldiğini, dolayısıyla düşünüldüğü kadar kıymetli olmadığını da bilmeliyiz. O halde zaten yapamayacağımız bir işin peşinde koşmaktansa, yani mecbur değilsek şeyleri birbirine indirgemeye çalışmaktansa, imtiyazları ortadan kaldırmaya çalışmak daha çıkar yol gibi görünüyor.


Aydın Ördek Kimdir?

1979'da İmranlı'da doğdu. ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat bölümünden mezun oldu. Siyasal-iktisadi bir kategori olarak parayı tanımlama sorununu konu alan doktora çalışmasını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde sürdürmektedir.