YAZARLAR

‘Damat’ OYAK’a niye ateş ettirdi?

OYAK’ın İngiliz devi 150 yıllık British Steel’i alma girişimine karşı havuz medyasından yükselen tepki, Türkiye’nin yaşadığı ekonomik ve siyasi krize dair çok şey anlatıyor. Sabah gazetesi bir komplo peşinde koşarken, esasında büyük sermaye ile iktidar arasındaki çelişkinin ne derece keskinleştiğini de ele veriyor.

Mao sonrası Çin’in başına geçen Deng Xiaoping, küresel piyasaya entegrasyonu sağlayan reformların ilk sonuçlarını gördüğünde, “Zenginleşmek muhteşem” demiş ve eklemişti: “Fare yakaladıktan sonra kedi sarmanmış tekirmiş ne fark eder.” Türkiye’deki gündemin yoğunluğu arasında gelişen bir olay, bu sözün kriz dönemlerinde nasıl tecelli ettiğinin muazzam bir örneği oldu. OYAK’ın çelik şirketi Ataer Holding’in 150 yıllık British Steel’i satın alma girişimi, iktisadi ve siyasi krizin derinlerde nasıl cereyan ettiğine dair ekonomi politik dersi gibiydi. Nasıl mı?

Önce kısa bir hatırlatma yapalım…

İngiliz kapitalizminin simgelerinden British Steel’i 2016’da ‘akbaba fonu’ Greybull Capital aldı. Üstelik 1 sterline. Ne var ki şirket iflasın eşiğinden kurtulamadı. Üzerine Brexit süreci ile tehlikeye giren AB pazarı, Avrupa ekonomilerinde alarm vermeye başlayan durgunluk ve Trump-Çin arasındaki çelik savaşları da eklenince bu şirkete talip olmak açıkçası babayiğitlik olurdu, bir tane çıktı. OYAK’ın hamlesi dış basında olay yarattı. Doğal da. Zira bir buçuk asırlık küresel bir devi, 1961 darbesi sonrasında askere ekonomik imtiyazlar tanımak için kurulmuş, üye aidatlarıyla nakit akışını güçlendirmiş, özelleştirme sayesinde kamunun demir çelik tekelini ele geçirmiş bir mesleki emeklilik fonu yutuyor. Ne kadara aldığı, yatırım tutarı, İngiliz hükümeti ile yaptığı anlaşma şimdilik birer muamma. Zaten dışarıda bu sorular tartışılıyor. Ancak tartışma finansal bir operasyonun çizdiği sınırlar dahilinde. Oysa Türkiye’deki tablo hayli ilginç…

İlk haber düştüğünde normal şekilde sayfalarını açan ‘Damat’ın korsan gemisi Sabah ve filikaları Takvim, Güneş vs. ikinci günü saldırıya geçti. Ateş eden kişi, şu sıralar ‘kriz var’ diyen her ekonomistin fotoğrafını ‘ölü veya diri’ panosuna yapıştırmakla meşgul Sabah yazarı Dilek Güngör’dü. (21 Ağustos 2019) Özetle dediği şuydu: Kendi ülkesine yatırım yapmak varken, batan İngiliz şirketini OYAK niye alıyor? Yoksa yine Ülker-Godiva-Pladis üçgeninde yaşananların benzeri mi oluyor? Ya Türkiye’deki çelik şirketlerini British Steel’e katarsa? Güngör’ün kaleminin ucuna gelip gelip bir türlü kağıda dökülemeyen komployu da biz ekleyelim: Yeni parti peşinde koşan Ali Babacan’ın baş destekçisi Abdullah Gül, Pelikancılarca ‘majestelerinin adamı’ diye anılır ya hani; OYAK da İngiliz hükümetinin kurtarmak için çırpındığı şirkete aniden talip oluyor! Mükemmel komplo zinciri böylece tamamlanıyor.

Doğrusu verilen bilgiler içinde genel olarak yalan yok. Komplonun cazibesi de buradan gelir zaten. Ne kadar uçuk kaçık da olsa, gerçeğin çarpıtılmış halidir. O gerçeğin peşine düşelim ve esas soruyu soralım: Yerli ve milliliği göklere çıkaran, hayali uçak, tank, otomobille gurur duyan ve hatta Rus füzesini milli servet ilan eden iktidar cenahı ne diye yerli ve milli bir şirketin İngiliz'in malına çökmesinden rahatsız? Ivır zıvır her şeyi, ‘Türkiye krizde diyenlere ders olsun’ sözleriyle veren havuz medyası, bu olayı neden ‘OYAK’ta kafa karıştıran sorular’ başlığıyla sunuyor? Mesele OYAK’ın asker kurumu olmasıysa, o iş 2016’daki yönetim operasyonuyla çözülmüştü. Şu anki CEO’sunun CV’si yeterince aydınlatıcıdır.

O zaman sorun ne? OYAK önüne çıkan fırsatı mı değerlendirdi, yoksa sermaye mi kaçırıyor? Krizin en temel dersi burada başlıyor…

***

Piyasacı iktisatçılarca krizle fırsatın aynı anda kullanılması, esasında kapitalizmin karakteristik bir işleyişiyle ilgilidir. Kriz irrasyonel olduğu kadar rasyonel bir durum, bir dengeleyicidir de. Ekonomik krizler başladığında herkes aynı soruyu sorar çünkü: Bu ahmaklığı nasıl yaptınız? O kadar borcu alıp demire, betona niye gömdünüz? Bankaları aptallar mı yönetiyor da geri dönmeyeceği belli olan milyarlarca doları ne idüğü belirsiz inşaatçıya, perakendeciden devşirme enerjiciye verdi? vs… vs… Oysa her şey normalken bu kararlar gayet rasyoneldi. Servet ve sermaye birikimi için gerekliydi, fırsattı!

İyi zamanlarda ekonomik büyümenin rüzgarıyla yelkenini şişiren siyasal iktidar ise, kriz zamanlarında ya piyasanın dengeleyici kaderine teslim olur ya da oy potansiyelini korumak adına çılgınca her kaynağa saldırır. İktidarında nimetlerden faydalananlardan külfeti de üstlenmelerini bekler. Kriz dış saldırı, iç düşman, ekonomik darbeyse eğer; savaş zamanı cephede yanında saf tutmayanlar da haindir. Nokta!

Fakat sermaye bir ‘şey’ değil, bir süreçtir. Devamlı yeni değerlenme alanları bulmak, krize girmiş birikim modelinden kaçıp kendini koruyacak güvenli limanlara demir atmak ister. Öyle benim istediğim yere yatırım yap, benim çıkarım doğrultusunda hareket et denilebilecek karakteri yoktur. Bütün yükünü siyasi katara yüklemiş olanların içinden bir kaçının gırtlağına çökseniz de, nihayetinde sermayedarlar mülkiyet ve sözleşme özgürlüğünün rotasını izler. Komplolar tam burada etkisini yitirir. Eline küresel mülkiyet ve sözleşme kalkanını almış Volkswagen kuralsız Türkiye’yi fırsat görürken, kuralsızlığın tedirginliğini yaşayan birileri de mülkiyet ve sözleşme güvencesinin peşinden koşar. Bu olanağı yakaladığında kedi sarmanmış tekirmiş fark etmez.

OYAK’ın yaptığı da budur. 2018’de, yani inşaatın çöktüğü yıl, OYAK Çimento’nun yüzde 40’ını 640 milyon dolara Tayvanlı TCC’ye satarken, aynı gün Portekizli çimentocu Cinpor’u satın aldı. Son bir yıldır da yeni arayışlar içinde olduğu biliniyordu. Lakin iktidarla ihale ilişkilerine girmiş bir şirketin büyük ortağının, “Yatırım yaparken komisyon veriyordum. Şirketin tamamını yabancıya sattım yine komisyon ödedim” dediğinin kulaktan kulağa yayıldığı bir ortamda, Türkiye içindeki varlıklara yatırımın sadece finansal risk almakla ilgili olmadığını, siyasi riski de üstlenmek, çok boğaz doyurmak gerektiğini de hesaba katmak lazım.

Nakit akışı için otomobillerini satışa çıkaran Ali Ağaoğlu, kamu ihaleleri ve kamu bankalarının kredileri olmasa yatırım namına meziyeti bulunmayan hafriyatçılar bir yana, büyük sermaye gruplarının aldığı pozisyonlar krizin seyriyle ilgili çok şey anlatıyor. Enerji ve otomobil fabrikalarında üretim kısıntısına giden Koç, ilaç ve kimya bölümünü satan Eczacıbaşı altın madenciliğine ağırlık verirken Sabancı çimento ve tekstilden hızla çıkıyor. Ücretlerin yerde sürünmesine, grev yasaklarına, işçilerin örgütsüzlüğüne, cömert teşviklere rağmen sermaye, krize giren birikim modelinin dinamiğini oluşturan faaliyetlerden kaçıp, yeni değerlenme yerleri arıyor. Maden patlamasının nedeni budur. Veya fırtınalı ortamda piyasa kurallarının ve kurumlarının ayakta kalabildiği yerlere kapağı atarlar. Önümüzdeki süreçte bol bol göreceğimiz gibi…

***

Neoliberalizm nihayetinde sermayenin kesintisiz birikimini sağlayacak koşulları yaratmaya dönük ekonomik-politik bir pratikler bütünüdür. Bunun en hızlı ve pürüzsüz yapılması elzemdir. Özünde mülkiyet ve sözleşme özgürlüğü teminat altına alındıktan sonra demokratik teamüller de otoriter rejimler de makbuldür. Fakat kağıt üzerinde şık görünen bu formül gerçek hayatta tıkır tıkır işlemez. İktidarın dar ve büyük ölçüde yozlaşmış bir kesim tarafından gasp edilmesi toplumsal muhalefeti bastırıp, sermayenin dehşetli kabuslar görmesini engeller belki, ancak onun arzuladığı ‘iyi iş ortamını’ da tahrip eder.

Türkiye’deki kriz işte bu çelişkiyi her geçen gün daha da belirginleştiriyor. Bankalara, şirketlere şantaj yapan bir iktidarla büyük sermayenin ihtiyaçları arasındaki ayrışma keskinleşiyor. Damat’ın iki dudağı arasına sıkışmış bir iş ortamı mı, az çok kurumsal piyasa mı? Cengiz’e, Ağaoğlu’na sorsanız yanıtı bellidir de; Koç’a, Sabancı’ya, OYAK’a sorsanız ne derler acaba?