YAZARLAR

Laiklik, liyakat ve cumhuriyet

Laiklik sadece eğitimin, siyasetin, toplumun dincileşmesiyle değil Kaz Dağları'nı satışa çıkarmaya, bir ülkenin geleceğini yok etmeye 'evet' diyen bürokratlarla da ilgili bir meseledir. Bu yüzden de hepimizin gözümüzü, 2000’lerin ortasında yapmadığımız bir şeye, kamu görevlerine getirilen kişilerin liyakatine dikmemiz gerekir

Laiklik Türkiye’de üzerine çok sözün edildiği ve yoğun politik gerilimlerin yaşandığı bir alan. Tabii laiklik eksenindeki politik gerilimler Osmanlı-Türkiye modernleşmesinin biçimci gelişiminin bir parçası olarak hep yüzeysel boyutlarıyla gündeme geldi. Laiklik savunuculuğunun ya da laiklik düşmanlığının en önemli göstergesi uzun bir dönem başörtüsü-türban sorunu oldu. Koca bir ülke yıllarca bunu tartıştı. Fakat siyasal İslam’ı resmi ideoloji olarak inşa etme niyetini gizlemeyen, eğitimi bu bağlamıyla yeniden inşa eden, cemaat-tarikatlar arasında devlet kadroları için açık arttırmalar düzenleyen bir siyasal iktidar döneminde ortaya çıkan dini-ticari-siyasi bir cemaatin darbe girişiminin ardından laiklik dışında her şey tartışıldı.

Laiklik meselesinin bir devlet yönetimi bakımından asli boyutu emri kimin verdiği sorusunun yanıtıdır. Basit bir ahlaki-politik sorumluluk meselesinden bahsediyorum. i. Emri bir üstündeki amirinden alıp hiç sorgulamadan yerine getirmiş olabilirsiniz? Çokça tartışılmış bir hukuki mesele bu. Türkiye’nin yakın geleceğinde gündeme geleceğinden şüphe duymuyorum. ii. Emri sizi, bulunduğunuz kamu görevine getiren siyasi grup ya da kişiden almış olabilirsiniz. iii. Emri çeşitli ağlar biçiminde örgütlenmiş ve parçası olduğunuz cemaat liderlerinden almış olabilirsiniz ki göreve bu cemaat ağları sayesinde gelmişsinizdir. iv. Emri aldığınız yerden bağımsız olarak anayasanın gereklerine göre hareket edersiniz. Yani son kertede, emri bir dini kuraldan, dini kişilikten, siyasi ya da kişisel çıkardan değil, hukuki silsile ve hukuki biçimden alırsınız. Laiklik dediğimiz şey, modern bir devlet bakımından bugüne kadar Türkiye’deki kılık kıyafet tartışmalarının ötesinde, çok basitçe budur. Yani din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması değil, devletin bütün kurumlarıyla ve kurumlar adına karar veren, uygulayan kişileriyle anayasaya sadakat duymaları, din, kişi ve siyasal çıkar güdüleriyle değil kamu çıkarına hareket etmeleridir.

Özel değil kamusal bir mesele

Dolayısıyla laiklik özel değil, kamusal bir meseledir. Fakat yine bu mesele bir dönem çok tartışılmış kamu alanında dini simge kullanılabilir mi kullanılamaz mı sorunundan farklıdır. Anayasa ve yasaları bir kenara koyarsak –burada laik bir kuruluşu varsayalım- laikliğe ilişkin sorun kamu adına karar verecek olanların kamu görevine gelmesinde hangi kuralların etkili olduğu ile başlar, “herkes”in hayatına etki edecek kuralların kaynağını hangi ilkelerden aldığı ile sona erer. Yani kamu görevleri bir din-cemaat ya da tarikat mensuplarına mı tahsis edilmiştir, bu görevlere getirilen kişilerin uygulamaları herkesin değil, bir din-cemaat-tarikat mensuplarının çıkarına mı davranır?

Dolayısıyla daha geniş bir bağlamda, laiklik cumhuriyetçiliğin temel ilkesi olan herkesin çıkarı ilkesinden başlar. Sözcüğün etimolojik kökeni de bununla bağlantılıdır. Laik sözcüğü kiliseye, profesyonellere ya da iyi eğitim görmüşlere değil, “halka ait olan” anlamında on altıncı yüzyılın ortalarında kullanılmaya başlanır. Bu nedenle cumhuriyetçiliğin bir başka temel ilkesi liyakat ile doğrudan doğruya bağlantılıdır. Yani bir kamu görevinin, herkesin çıkarı ile ilgili bir görevin belirli çıkarlara hizmet edecek kişilerin değil, herkese, kamuya hizmet edecek, onun adına görev alacak yetenekte ve beceride olan kişilerin gelmesi ile ilgilidir.

Bugün cumhuriyetimizin en temel sorunu laiklik ve onunla bağlantılı olarak liyakat sorunudur. Kamu görevinde olanlar kararlarını herkes adına değil, bir parti cemaat-tarikat bağına göre vermektedirler. 15 Temmuz 2016’da laikliğe ve liyakate aykırı olarak (siyasal iktidarın yetkisi ve eylemi içinde) kamuda çeteleşmiş bir dini-ticari-siyasi cemaatin darbe girişiminde bulunması, AKP ve liderinin siyasal İslam ideolojisi nedeniyle laikliğe ilişkin bir sorun olarak görülmemiştir. Kendi iktidarları döneminde kamuya yerleştirilen Fethullahçı kadroların yerine kendilerine sadakatlerinden daha az şüphe ettikleri diğer tarikat ve cemaatlerin kadroları kamuya yerleştirilmiş ve yerleştirilmektedir. Bu kadrolar da elbette sadakatlerini anayasaya ve hukuka; dolayısıyla cumhuriyete yani herkese değil, kendilerini oraya getirenlere ve oraya getirilme amaçlarına yöneltecektir.

Kararı kim, kimin adına verecek?

Buna ilişkin sorunlar karar verme süreçlerinde, özellikle de kritik anlardaki karar verme süreçlerinde kristalize olur. Örneğin; bir ağır ceza hakiminin kararının kendi tarikatına mensup polisin yazdığı fezlekeye göre oluşması, bir anayasa mahkemesi üyesinin kararını hükümetin görüşüne tam uygunluğa hassasiyetle dikkat ederek vermesi, bir diplomatın devletin değil cemaat-tarikat-partinin çıkarlarını düşünmesi, bir öğretmenin bilimin ve eğitimin evrensel gerekleri yerine dinin dogmalarını koyması, bir akademisyenin gördüğü gerçekler yerine tarikatin-cemaatin-hükümetin ya da sermayenin çıkarlarına davranması, bir valinin sadakatini anayasaya değil kendini atayana göstermesi cumhuriyeti ortadan kaldıracak hadiselerdir.

Kritik durumlarda karar verme yüksek sorumluluk ve politik ahlakla doğrudan ilgilidir. Liyakat yani herkes adına karar vermeye layık bilgi, yetenek ve becerileri olan kişilerin yerine özgüvensiz, özgücü olmayan, başkalarının “torpili” ile göreve gelen kişiler “karar veremezler.” Ve bugün olağan karşılanan hatta görece iyi görülen şu tavra maruz kalmanın olağanlaşması kadar utanç verici bir şey yoktur: “Ben de kişinin suçsuz olduğunu biliyorum, dosyada hiçbir şey yok ama elim kolum bağlı, yoksa beni de sürerler, mesleğimden atarlar, bugünler geçecek.” Bunu diyen bir hakim utancın kendisidir ve aslında bir utanç duymamaktadır. “Sizler fakültenin geleceğisiniz, geri adım atın imzanızı çekin dönem kötü biz bir şey yapamayız” diyen dekanlar utancın kendisidir. “Yapılan hukuksuzlukların farkındayız ama elimizden bir şey gelmiyor” diyen, hukuksuzluğun parçası olan kamu yöneticileri utancın kendisidir.

AKP başkan yardımcılarının rektör, il başkanı avukatların hakim, menzilcilerin, Süleymancıların bilmem ne tarikatından kişilerin devlet kadrolarını oluşturduğu bir yerde hiçbir devlet görevlisinin anayasa ve hukuka bağlılığını bekleyemezsiniz. Çünkü hiçbiri anayasa ve hukuk yoluyla göreve gelmemiştir. Dolayısıyla kararlarını verirken, kamuyu, ülkenin geleceğini değil, kendi ikballerini, kendilerini oraya getirenlerin, tarikatlarının, cemaatlerinin çıkarını düşünürler.

Dolayısıyla laiklik sadece eğitimin, siyasetin, toplumun dincileşmesiyle değil Kaz Dağları'nı satışa çıkarmaya, bir ülkenin geleceğini yok etmeye 'evet' diyen bürokratlarla da ilgili bir meseledir. Bu yüzden de hepimizin gözümüzü, 2000’lerin ortasında yapmadığımız bir şeye, kamu görevlerine getirilen kişilerin liyakatine dikmemiz gerekir.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.