YAZARLAR

Sürekli başımıza gelen şey işte

“Sürekli başımıza gelen şey işte…” Sade, basit, ürkütücü gerçek. Bir minibüs dolusu insan içinde iki kadını hemen bir “suç”a sessiz tanıklığın ortaklığıyla bir araya getiren şey. Toplu taşıma araçlarında, işyerlerinde, gece arkadaşlarla eğlenilen barlarda, her yerde bir istek dışı dokunulma tehdidi. Gündelik, görmezden gelinebilir taciz. Çünkü bunları görürsen ohoo hayat geçmez. Daha irilerine enerji kalmaz. O nedenle “niye daha hızlı hareket etmedim?” “O heriflerden bir hıyarlık çıkacağı belliydi, niye hemen arkaya geçmedim?” diye kendimize kızarız.

Minibüste üçlü koltuğun koridora bakan kısmında oturuyorum. Yanıma gelecek iki yolcu benden önce inecekse pencere kenarına ilişeceğim, bildik durum. Ağustos sıcağında yirmi dakikayı çok andıran iki dakika sonrasında iki adam göründü. Biri nereden baksan 120 kilo. Yanındakiyse ince ve şal desenli. Benden epey sonra inecekleri anlaşıldı, kalkıp yer verdim. İkiliden sonra oturunca yarı yarıya dışarıda buldum kendimi. Aslında koltuk boyutlarına bir isyan olarak, “ee,” dedim, “nasıl yapacağız böyle?”

Cümlemi bitiremeden desenli gömlekli beni belimden ve omzundan kavramak marifetiyle hızla kendine doğru çekti, yerleştirdi. Sırıtarak, “oldu mu şimdi?” diye sordu. Serinkanlılığımı korumaya çalışarak, “Tamam,” dedim, “çeker misiniz elinizi?” Hiçbir şey olmamış gibi çekti, yanındakiyle sohbete koyuldu. Hayal gücüme gidecek kadar politik doğrucu olmaya çalışsam da zihnimde “pavyoncu” kelimesi göz alıcı ışıklarla yanıp sönüyordu. Kıyafet ve tavırlarından anlaşıldığı kadarıyla öyle bir işleri olmalıydı. Adamın bedenimi koltuğa enstalasyonunun amacının huzursuzluk çıkaran ‘beyaz kadın’a haddini bildirmek olduğunun gayet farkındaydım, göz ucuyla gören şoför de, arkadaki kız ve adam da farkındaydı. Ama ne olacaktı?

Çıkışsan kimbilir ne tür bir sataşmaya maruz kalacaksın, şikayet etsen çok uzayacak, dünya kadar iş var yapman gereken. Minibüslerden genelde hazzetmem, yazın hele hiç. Halkımızın duş alışkanlıkları ayrı dert, ortalama erkeğin alan bilmezliği ayrı. Bacakları Japon yapıştırıcısıyla bitiştirme arzusu uyandıran bacak açma hareketinden kaçınabilsen bile beş kısacık yolculuktan birinde hayal edemeyeceğin bir başka “ufak” rahatsızlıkla karşılaşma ihtimalin hep var. Bugün, o gün.

Hâlâ niye yerimde oturduğumu bilmiyordum. Bu gibi durumlarda öğretilmiş bir normalleştirme refleksi insanı esir alıyor. Yer değiştirsen sanki korkmuşsun gibi gelecek, arsızın ekmeğine yağ sürülecek. Bir yandan da muhtemelen bir daha karşılaşmayacağın bu adamların ne düşüneceği o kadar umurunda değil ki. Kalan beş dakikayı huzurlu geçirmek daha önemli. Bunları düşünürken arka sıradaki kızla göz göze geldik. Kafasıyla beni yanına çağırdı. Kalkıp geçtim. 21-22 yaşlarında, çok sempatik bir kız. Önündeki proje çantasına bakarak Güzel Sanatlar ya da Mimarlık öğrencisi olabileceği tahmininde bulundum içimden. Anlamlı bakışmamızı takiben “sürekli başımıza gelen şey işte…” deyip iç geçirdi. Birkaç dakika sonra kızla aynı durakta indik, birbirimize iyi akşamlar dileyip evlerimize yöneldik.

“Sürekli başımıza gelen şey işte…” Güzel bir öykü ismi olabileceğini düşündüm o an bunun. Sade, basit, ürkütücü gerçek. Bir minibüs dolusu insan içinde iki kadını hemen bir “suç”a sessiz tanıklığın ortaklığıyla bir araya getiren şey. Toplu taşıma araçlarında, işyerlerinde, gece arkadaşlarla eğlenilen barlarda, her yerde bir istek dışı dokunulma tehdidi. Gündelik, görmezden gelinebilir taciz. Çünkü bunları görürsen ohoo hayat geçmez. Daha irilerine enerji kalmaz. O nedenle “niye daha hızlı hareket etmedim?” “O heriflerden bir hıyarlık çıkacağı belliydi, niye hemen arkaya geçmedim?” diye kendimize kızarız. Muktedirden basına her yerde bas bas bağıran “onun da orada ne işi vardı?” cümlesinin ciğer solduruculuğu altında kendimizi dünyadan korumanın yollarını geliştirmeye çalışırız. Günde kaç kadının cinayete kurban gittiği yerde bunlar olay değil, olsa olsa gündelik ufak kaza statüsüne girer. İdare edip tedbirli davranarak canımızı sıkacak olaylarla karşılaşma ihtimalimizi minimize etmeye çalışırız. Toplumu değiştirecek değiliz ya.

Üstelik de her cepheden üstümüze üstümüze gelen hayat karşısında tahammülümüz azalırken bu tür arızalar her gün artıyor. Çocukluğumuzdan beri öğretilen şey, takside, dolmuşta, sokakta bu tür bir tacizle karşılaşınca mümkün olduğunca sakin kalmak gerektiğidir. Tacizci korkunun kokusunu alır. Sen normal davranıp paniklemezsen karşındakinin kendinde kalma ihtimali çoğalır. Serinkanlı sayılabilirim bu gibi durumlarda, bu sayede pek çok tatsız olayın da ucundan dönmüşümdür. Ama hayat çıkış kapılarını öyle bir daraltıyor ki kabalık, taciz, haksızlık karşısında kanın bazen o kadar serin akamaz hale geliyor. Toplum genelindeki artan sinir bozukluğu ve gündelik yozlaşma ayrı, kadın karşısında ayrıcalığını yitirme endişesi altında giderek artan tehditkâr eril asabiyet ayrı dert. Bir de herkes herkese her an fütursuzca asılabiliyor artık. Bu açıdan hayli demokratik bir noktaya geldik. İmtiyazsız sınıfsız, her an kaynaşabilecek bir kitleyiz. Kötü huylu tümör cinsinden.

Bir minibüs dolusu insan arasından uğraşları, yaşları, sosyal statüsü birbirinden farklı da olsa iki kadın birbirini şıp diye anlıyor. Çünkü yani, “sürekli başımıza gelen şey işte.” O kısacık duygudaşlık, ânı çekilir kılıyor. Gündelik cefanda yalnız değilsin.

Ama bu da bu kadar işte. Yalnızca benzerlerimizi anlama, yalnızca bire bir başımıza gelebilenle sıkı empati kurma kabiliyetimiz gelişkin. Acı azıcık yer değiştirse biz de hemen saf değiştirip kendi hezimetler kümemize kuluçkalanıyoruz. Çok fazla dert olduğu için mi, çoğu derdin ucunun birbirine düğümlendiğini görememe ısrarından mı? Mağduriyetleri pay etmenin hazzını sevmekten mi, sürekli itiraz eder göründüğümüz iktidarları kendi küçük alanlarımızda yeniden ve yeniden kurmaktan kaçınamamaktan mı? Bilmiyorum. İnsan bazen bu duruma, bunca acı ve deneyim körlüğüne üzülüyor.

Son haftalarda sosyal medyada feministlerle trans, queer aktivistler arasındaki, birkaç isimden başlayıp yayılan toplumsal cinsiyet tartışmaları bunu düşündürdü. Derdinin çapı ve niteliği değilse de düğümü aynı, az çok ortak mücadeleyle bu kadar yol almış iki kesim birbirini anlayamazsa kim anlayacak? Ortalık bu kadar akademik bir lisana boğulmuşken, atılan kavramsal taşlardan göz gözü görmezken nasıl konuşulacak? Diğerini iktidarın diliyle konuşmakla suçlayan iki kesimin de tartışma sertleştikçe az çok aynı tuzaklara düşme riski arttıkça anlamlı bir diyalog nasıl sürecek?

Kavramlar, tanımlar önemlidir ve çoğumuz dil içinde çoğu kez farkında bile olmadan ayrımcıyızdır. Deneyimi anlamak, dilimize kemik uydurmaktan çok, konuştuğumuz şeye hâkim, duyarlı olma ve kendimizi durmaksızın geliştirme gayretini gerektirir. En azından eğitim bakımından görece ayrıcalıklı sayılabilecek bir toplum kesiminden gelmiş bir kadın olarak bir trans kadının ortalama günlük acı deneyimini hayal bile edemem. Hiç farkında olmadan bencillik ediyor, kendi derdimi öne çıkarıyor, ötekinin derdini zaman zaman ya da yeterince görmüyor olabilirim. Daha çook yol almak gerekir, hep gerekir. Bu tartışmanın başından beri bir tweet bile atmadım, nedenlerden biri çok hızlı ateş alan tartışmada hızla yaftalanma ihtimalinin yüksekliği ise diğeri de kendimi sorgulamamdı. En açık fikirli donanımlı olduğumuz durumda bile bilincimizin altı üstü o kadar çok toplumsal etkenin kıskacı altındaki hiç, sıfır homofobik, transfobik olduğuma emin olamam mesela. Olmasam iyi ederim. Bu beni ukalalıktan ve kendimde henüz inmediğim kuyulara sonuna kadar inmiş olduğum yanılsamasından kurtarır. Kendime karşı mantıklı bir şüphe mesafesi içinde olursam, karşımdakini anlama ihtimalim artar.

Tümüne hakim de olmadığım, maalesef çokça kişiselleşmiş görünen bu tartışmanın bu noktasında bir şeyler demek istedim. Söylemek istediğim de temelde bunlar.

Kelimeler, kavramlar, teferruatta gizlenen şeytanlar önemlidir. Ancak birbirimizle konuşmayı sürdürebilecek kadar birbirimizle göz hizasında kalabilmemiz, arada bir durup soluklanıp hatayı kendimizde, benzerlerimizde de aramamız, “kendimi hangi açıdan nasıl geliştirebilirim, geliştirmeliyim acaba?” diye düşünmemiz de önemli. Birbirimizle az çok serinkanlı bir konuşmanın önünü tıkıyorsa neye yarar kelimeler? Aynıların aynı yere sığamayacağı kadar büyük farklılıklar içinde de birbirimizi anlamayı, birbirimize destek olmayı, bu dünyanın yutucu öfkesiyle birbirimizle sarılarak mücadele etmeyi öğrenmeliyiz. Gerekirse sil baştan, yeniden.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.